Tarih dersi vermek istemem ama Türkler düne eleştirel bakmalı

ABD’li ünlü yazar Peter Balakian, Diaspora’nın önde gelen seslerinden biri. Edebiyat alanında saygın bir öğretim üyesi de olan Balakian, İngilizcenin parlak şairlerinden biri olarak kabul ediliyor. Ermeni soykırımı üzerine yazdığı iki romanla çok satanlar listelerinden uzun süre inmeyen Balakian geçen hafta İstanbul’daydı.

ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr

“Anneannem Nafina Aruzyan’ın ailesinden neredeyse herkes Ağustos 1915’te öldürüldü. 2 yaşında yeğenlerden 75 yaşında anne-babaya kadar, hepsi… Nafina iki küçük kızı ve ilk kocasıyla birlikte ölüm yolculuğuna çıkarıldı. Kocası öldü, ama o kızlarıyla birlikte Halep’e ulaşmayı, sonra da 1920’de Amerika’ya sığınmayı başardı. ABD’de, uğradığı zararın tazmin edilmesi için dava açan ilk Ermeni oldu. Tabii ki adalete ulaşamadı, ama o bir öncüydü.”

Yeni Dünya Amerika, hangi göçmen halk için kolay bir yolculuğun son durağı oldu ki? Köle olarak satılan Afrikalılara mı, kıtlıktan kaçan İrlandalılara mı, fakirlikten kurtulmak umuduyla gemilere doluşan İtalyanlara mı, ekmek peşinde güneyden kuzeye yolculuk eden Meksikalılara mı, Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçan Yahudilere mi? Hiçbirine. Ve elbette, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Anadolu topraklarından katliamlar ve ölüm yürüyüşüyle sökülüp atılanların bakiyesi, kılıç artığı Ermeniler için de Amerika yolculuğu bir turistik seyahat değildi. Harap edilmiş ailelerinin yokluğunu omuzlarında ağır bir yük olarak taşıyan insanların umut kıtası, hayatı sıfırdan, hatta sıfırın altından kurmanın bilinmez başlangıç noktası oldu yüz binlerce Ermeni için.

Bugün Amerikalı Ermeniler, hele hele Türkiye’den ve milliyetçi gözlüklerle bakıldığında, varlıklarıyla, lobileriyle, önde gelen iş insanlarıyla, sanki hiç aralıksız Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunan tuzu kuru bir çılgınlar ordusu olarak görülüyor. Oysa onlar, travmaları, derin yaraları olan kuşakların çocukları.

Bir  yazar ve kayıt tutucu

Amerikalı tanınmış yazar ve akademisyen Peter Balakian, işte o ‘gafil, hain Ermeni diasporası’nın önde gelen seslerinden biri. Edebiyat alanında saygın bir öğretim üyesi, İngilizce dilinin parlak şairlerinden biri olarak kariyerinde önemli bir yol aldıktan sonra, Ermeni soykırımı üzerine yazdığı iki romanla, çok satanlar listelerinden uzun süre inmedi. Türkçeye de çevrilen Black Dog of Fate (Kaderin Kara Köpeği) ve The Burning Tigris (Yanan Dicle), geçen yüzyıl başında Anadolu’da yaşananların ABD’de ve tüm dünyada daha geniş bir kitle tarafından bilinmesini sağladı.

Balakian bugün de, edebiyat çalışmalarının yanı sıra, Ermeni soykırımının tanınması, eğitim müfredatında yer alması, geçmişin üzerinin kapatılmadan özgürce aktarılabilmesi çalışmalarında başı çekiyor. Bu yönüyle, tam da Türkiye’deki basmakalıp ‘diaspora Ermenisi’ algısının içine oturuyor. Halbuki onun hayat hikâyesi ve dünyaya bakışı, bu ötekileştirici algının ne kadar kof, ne kadar ayrımcı olduğunun bariz tanıklarından.

İlk kez memleketinde

Balakian’ın anneannesi Nafina Aruzyan, 1920’de gittiği ABD’de, 1915’te uğradığı maddi ve manevi zararın tazmin edilmesi için dava açan ilk Ermeni’ydi. Amcası Rahip Krikoris Balakyan ise, 24 Nisan 1914’te İstanbul’da tutuklanan Ermeni aydın ve din adamları arasındaydı. Rahip Balakyan, 1915-18 arasında yaşadıklarını, sonraki yıllarda iki cilt halinde Ermenice olarak yayımlayarak, soykırım hakkındaki en kapsamlı tanıklıklardan birine imza atmıştı.

İşte 1915 tanığı Nafina’nın torunu ve Krikoris’in yeğeni, 1951 doğumlu ünlü yazar ve edebiyatçı Peter Balakian, ailesinin ve kendisinin öz memleketine, Türkiye’ye ilk kez geçen hafta ayak bastı. Çok yakın birkaç dostuyla birlikte sessiz sedasız gerçekleştirdiği bu ziyaretin duraklarından biri de Agos oldu. Hayranı olduğum kitapların yazarıyla sohbet etme fırsatı buldum ve bu sohbet, Ermeni kimliğinin geçmişle bağının ne kadar güçlü olduğunu, bastırılan tarihin bir gün mutlaka geri döneceğini bana yeniden hatırlattı.

Balakyanlar’ın evini aradı

Ailesinin baba tarafı İstanbullu olan Peter için, yaşadığımız kentin sokaklarında dolanmak şüphesiz ki büyük bir deneyim, ama aynı zamanda büyük de bir yüktü. Pek çok Ermeni’nin yaz aylarını geçirdiği Kınalıada’daki Balakyanlar’ın evini bulma girişimleri biz görüştüğümüz sırada sonuçsuz kalmıştı. Ancak, Üsküdar’dan Kınalı’ya, Galata’dan Beyoğlu’na büyük dedelerinin, amcalarının, bir zamanlar yaşayıp nefes aldıkları, ancak bugün neredeyse izleri tamamen silinmiş aile tarihinin üzerinden bir yazar ve bir diaspora Ermenisi olarak geçmek, onun şahsi tarihinin önemli dönemeçlerinden biriydi şüphesiz.

Peter Balakian, Türkiye’ye yaptığı ziyaretin, siyasetin sokaklara indiği, Gezi Parkı direnişine rast gelmiş olmasından hayli memnundu. “Gelmek için doğru bir zaman seçmişim. Özellikle kültür alanında çalışan, düşünen insanlar için yaratıcı ve heyecanlı günler. Türkiye için yeni bir demokrasi döneminin ilk kıvılcımı olmasını umut ediyorum” derken son derece heyecanlı. Zaten sohbet boyunca Türkiye için demokrasi talebi dilinden hiç düşmeyecek.

Ona, “Türkiye’de diaspora kelimesi çoğunlukla olumsuz anlamda, neredeyse hakaret olarak kullanılıyor. Diasporalı bir Ermeni olmak senin için ne demek?” diye sorduğumda, bugüne dek duyduğum en iç açıcı diaspora değerlendirmelerinden birini yapıyor. Öncelikle, diasporanın yekpare bir bütün olmadığını vurguluyor ve Paris’ten, Los Angeles’a, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya Ermeni diasporasının özgün sorunları ve farklıları içinde barındırdığını, bunun büyük bir zenginlik olduğuna dikkat çekiyor. “Farklılıklar var, ama bazı ortak özellikler de var. Mesela geçmişe duyulan bağlılık. Mesela kiliseye sadakat. Yaşadıkları ülkeye uyum sağlama kabiliyetleri. İletişim ve bilginin yayılma hızı sayesinde, diaspora Ermeni toplulukları artık kendi sorunlarını ve Ermenistan’la ilgili sorunlarını daha ortak bir zeminde konuşabilirler, bu iyi bir şey” diyor.

Ermeni direncine övgü

“Ermeni toplulukları ve kültürü hiçbir zaman bu kadar müreffeh, yaratıcı ve canlı olmamıştı” diye devam edince şaşırıyorum, çünkü benim zihnimdeki diaspora algısı, daha çok kurban kalıbına uyan, dağılmış, zor şartlarda kültürünü yaşatmaya çalışan bir halk tanımına kilitli. O ise meseleye bambaşka, çok daha geniş bir açıdan bakıyor: “100 yıl önce bütün dünya Ermenilerin yok olduğunu düşünüyordu. Bugün dünya üzerinde 8-9 milyon Ermeni var. Sayıca belki çok değil, ama bu da bir şey. Teknoloji, bilim, sanat alanında öne çıkmış pek çok insan var. Bu da geriye dönüp baktığında gelecek adına çok umut verici. Anneanneme bir gün bu imkânlara sahip olacağımızı söyleseydim deli olduğumu düşünürdü.”

Peki ABD’de doğmuş biri ve bu ülkenin vatandaşı olarak, kendini hiç ‘yabancı’ hissetmiş miydi?

“Biz şanslı olanlardandık” diye başlıyor söze. “Ermeniler, Yeni Kıta’ya tutunmaya çalıştılar. Los Angeles’a, New York’a, Boston’a yerleştiler. Amerikalıların hafızasında ‘Starving Armenians’, yani ‘Aç biilaç Ermeniler’ olarak yer etmişlerdi. Zor oldu ama bir şekilde tutundular. Amerikan kültürüne iyi uyum sağladılar. Hıristiyandılar, iyi kapitalistler, iyi girişimciler oldular. Bu da Amerikan Protestan ruhuna uydu. Belki ilk zamanlarda, bazı eyaletlerde ayrımcılıklara maruz kaldılar, ancak biz onlardan değildik. Her şeyden önce, annem de babam da üniversite eğitimi almıştı. Babam doktordu. Herkes tarafından seviliyorduk. Yani kötü bir deneyimimiz olmadı.”

Ya kendi hikâyesi?  “Benim şahsi hikâyem de ailemin hayatıyla paralel gelişti. İmtiyazlı bir banliyö hayatı yaşadım” diyor. “Diğer Amerikalı çocuklar gibiydim. Futbol, beyzbol, parti, rock and roll, Elvis Presley ve sonra Bob Dylan… Ama Ermeniliğe has bir şeyler de bununla aynı anda var oluyordu. Yine de Amerikan deneyimi çok baskındı. Ancak bir yazar ve akademisyen olduktan sonra Ermeniliğimin izlerini sürmeye başladım. Ailemin hiç konuşulmayan travmatik deneyiminin üzerine gittim.”

Evdeki suskunluk

Balakianlar’ın evinde 1915’e, kayıplara, ölümlere dair hikâyeler konuşulmamış. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü Türkiye’den Diaspora’ya bakıldığında, kin ve nefretle büyütülen Ermeni çocukları klişesi, her daim doğru kabul ediliyor. Oysa, Balakian örneğinde, iki kolu da soykırımın kurbanı olmuş üst sınıfa mensup bir ailede dahi soykırım, üzerine konuşulmayan, çocuklara aktarılmak istenmeyen, uzak durulan acı bir tarih var. Bu durum Türkiye’deki Ermenilerin haline benziyor bir anlamda. Ancak bu iki suskunluğun nedenleri birbirinden oldukça farklı. Bir tarafta baskı, diğer tarafta özgürlük ortamında bilinçli bir tercih söz konusu.

Balakian, Ermeni kimliğiyle özellikle yazar olduktan, kitaplar yayımlamaya başladıktan sonra daha yoğun bir ilişki kurmuş: “Okuyup yazmaya başladıktan sonra, Ermeni tarihindeki derinliği, kadimliği, zenginliği gördüm. Amerikan geçmişi böyle değildi. Heyecanlıydı, yeniydi, enerjikti, ama Ermeni kültürünün katman katman halinden çok farklıydı. Bu, bir yazar için çok cezbediciydi.”

Bu noktada durup, “Bir Amerikalı Ermeni için cezbedici olan Ermeni geçmişi Amerikalıların çoğuna hiç de cazip gelmeyebilir. Bu riski hiç hissetmedin mi?” diye soruyorum.

“Ben her zaman kendimi son derece anaakım bir Amerikalı gibi hissettim. Ama çok şanslıydım, çünkü çevremdeki Amerikalılar Ermeni yönümle ilgilendiler. Sadece çevremdekiler de değil, kitaplarım yüz binlerce sattı, bu da demek oluyor ki Amerikalılar bu hikâyeye ilgi gösterdi. Onlar Ermeni soykırımını kahramanca bir hayatta kalma hikâyesi olarak görüyorlar; Ermeni tarihini de çok derin buluyorlar. Bunu onlara aktarmakta karınca kararınca bir faydam olduysa, ne mutlu bana.”

Eleştirel süzgeç

Diasporada yaşayan Ermenilerle yaptığım her söyleşide sormaya özen gösterdiğim soruyorum Balakian’a da. Şu an karşısına 18-20 yaşında, 1915 hakkındaki bilgisi resmi tarihin anlattıklarıyla sınırlı, hayatında hiç Ermeni’yle tanışmamış bir Türkiyeli genç çıksa, ona ne söylemek isterdi?

Durup uzun uzun düşünüyor ve ilk kez bu soruya yanıt olarak, Ermenilerden, soykırımdan, 1915’ten bahsetmeyen cümleler duyuyorum: “Bence demokrasi kültürü çok önemli. Ben, yaşadığım ülkenin tarihini, bugününü eleştirel gözlerle değerlendiren bir yaklaşımı benimsedim hep. Türkiyeli gençlere tarih dersi vermek istemem. Bazen, üniversite konuşmalarımda, soykırımdan bahsederken bir Türk genci çıkıp beni protesto edebiliyor. Onlara şunu diyorum: Ülkenizin cezaevinde en çok gazeteci bulunan ülke olmasından memnun musunuz? Orhan Pamuk Nobel ödülü alıp bütün dünya tarafından ayakta alkışlanırken Türkiye’de yargılanıyordu. Bu size bir sorun gibi görünmüyor mu? Bence işin özü size öğretilenlere karşı eleştirel olabilmekte. Bu, Türkiye’de de böyle, ABD’de de.”

Balakian, “Bir Türk gencine daha fazlasını söylemek istemezdim. Bence işin özü burada” diyor. “Bence de” diyorum. Yorgun, gülümsüyor. Bu ilk ziyaretin duygusal yoğunluğu yüzünden okunuyor. Onu daha fazla yormak istemiyorum. Ertesi gün dönüş yoluna çıkacak. Ama bir daha geleceğini ikimiz de biliyoruz.

 

Kategoriler

Genel