Öteki, ötekiler, ötekileştirme

Artun Mimar, gündelik hayatta sık sık duyduğumuz kavramlardan, ‘öteki’, ‘ötekiler’ ve ‘ötekileştirme’den bahsediyor.

ARTUN MİMAR

Gündelik hayatta sık sık kendimizi muhtelif kimliklerle öne çıkarma eğilimindeyiz. Bazen oğlunu kaybetmiş bir anne, bazen vatanında zulme uğramış bir azınlık mensubu, bazen de maçoluğun hudutlarında dolaşan bir erkek. Doğal yollarla zuhur eden bir mesele bu; çıkıp kendimizi ifşa etme ihtiyacı hissederiz. Peki bunun müsebbibi öz benliğimiz mi, yoksa bizde farkımızı, farklılığımızı gösterme telaşı yaratan, bize “ötekiler” ve “biz” düşüncelerini aşılayan saklı kalmış komplekslerimiz veya geçmişte maruz kaldığımız travmalar mı? Ya da yüksek sosyal duyarlılığımıza rağmen bizi sürekli dürten ve canlı kalmamızı sağlayan “diğerlerine katılacak olma, diğerlerine benzeyecek olma korkusu” mu, tüm bunlara neden olan?

Konuya, “ötekiler” ya da “öteki” nin ortaya çıkması için gereken asgari şartları sıralayarak başlayalım. Bunlar:

- Kendilerini toplumun geri kalanından belli kimliklerde net çizgilerle ayıran ya da zaten diğerleri tarafından ayrı tutulan grupların ya da bireylerin olması,

- Klişelerin, bitmek bilmeyen sıradanlıkların karşısında “ ben/biz öyle değilim(z)” demek zorunda hisseden ya da tam tersi her türlü etnik, dini, kültürel, siyasi farklılığı savunanların önünde ait olduğu çoğunluk grubunun verdiği güvenle sarsılmadan durmayı görev addeden bireylerin olması,

- Geçmişlerinin (background) onlara öğrettiği “farklı olanları ötekileştirme, aşağı görme ahlâken iyidir” mottosundan ya da tam tersi mazilerinin onlara öğrettiği “ait olunan grubun çıkarlarını gözetmek, endişelerini ve acılarını fire vermeden yansıtmak görevdir” ibaresinden içten içe sıyrılmayan bireylerin olması,

- Tepeden aldığı (bu devlet olur, kilise olur) “herkesi bizdenleştirme emri” doğrultusunda tepedekilerden korktuğu için bu emre uyan veya davaya sonsuz itikadı olup bu emre uyan ya da yine “ötekilerin” onlara, babalarına, dedelerine, çocuklarına yaşattığı acıları dilleri döndüğü müddetçe savunan bireylerin olması,

- Bireysel bazda ele alınabilen, gerek eğitimleri, gerek kültürel üstünlükleri ya da aşağılıkları nedeniyle kendilerini diğerlerine yaklaşmaktan çok uzak görmek isteyen bireylerin olmasıdır.

Şimdi de, “ötekileştirmenin” ya da bu kavramın birlikte var olduğu, bir yerde aynı anlamı taşıyan “kendini öteki görmenin” “iyi” veya “kötü” bir şey olduğunu düşündürebileceğine inandığım iki tarihsel örnekten söz edelim:

Birinci örnek, XVII. yüzyıl Fransa tarihinden. “Azınlık” ve dolayısıyla “ötekileştirme” kavramlarının dönemin aydınları tarafından tartışılmaya başlanması, Protestan-Katolik çatışmasına tekabül eder. Bahsettiğimiz dönemde artık çok geniş topraklara hükmeden Avrupa imparatorlukları, bu topraklarda komşu imparatorlukların çoğunluk (“resmi”) dinî mezhebine mensup ve kendi dinî mezheplerine mensup olmayan halk kitlelerini barındırmaya başladıklarında gördüler ki bu insanlara dokunulduğu an, komşu imparatorluklar da misilleme olarak  aynısını  kendi topraklarındaki dinî mezheptaşlarına yapıyorlar. Bu yüzden çözüm olarak, karşılıklı bir uzlaşıya varma kararı aldılar: Her imparatorluk kendi bünyesindeki “ötekilere” dokunmayacaktı. Fakat bu uzlaşıya varana kadar geçen süreçte büyük acılar yaşandı. Fransız Protestan olarak adlandırılan binlerce Huguenot Amerika’ ya sürüldü, yerinden yurdundan edildi. Bu durum Fransa için korkunç sorunlar yarattı. Fransa’ nın ekonomik, eğitimsel ve endüstriyel anlamda öne çıkan bu Protestan kesimi kaybetmesi, onun İngiltere’ den çok daha sonra Sanayi Devrimi’ni yaşamasına, komşu imparatorluklardaki Katolik kitlelerin öldürülmesine yol açtı. Ülke, bu “dinî ötekileştirme” sonucu birçok sahada güç kaybetti.

İkinci örneği belli bir tarihsel periyoda sığdıramayız. İnsanlığın başlangıcından bu güne, insanlığın, bir adım öne gitmesine, gelişmesine katkıda bulunanlar, toplumun geri kalanı tarafından “öteki” olarak yaftalanmış, dolayısıyla kendilerini diğerlerinden “öteki” görmüşlerdir. Bu insanlar, toplumda geçici düzeni sağlayan, “ayıya dayı” denmesine yol açan, ahlâk kurallarını olduğu gibi kabul etmeyen, toplumdaki genel- geçer söylem ve normları içselleştirmeyen, toplumun geri kalanı tarafından “sapkın” sayılan insanlardır. Gelenekleri, düzenleri, kurumları sorgulamışlar, hiçbir dayatmayı vicdan süzgecinden geçirmeden kabul etmemişlerdir ve işte bu yüzden hayatlarının her döneminde kendilerini “öteki” görmeye ant içmişler, ne yazık ki bunun sonucunda, ötekileştirme kurbanı olmuşlardır. Sokrates ünlü Savunma’sında (Apologia) : “Atinalılar! Beni suçlayanların sizin üzerinizdeki tesirini biliyorum…” derken ötekileştirildiğinin son derece farkındadır aslında. Ya da Galileo “Eppur si muove” (yine de dünya dönüyor) diye mırıldanırken... İfade özgürlüğü alanına  hayatını adamış düşünce insanı Voltaire “Fikirlerinize katılmıyorum, ancak onları dile getirebilmeniz için kellemi veririm” dediğinde her türden söylem farklılığını savunmak istemiş ve “düşünsel ötekileştirmenin” önüne geçmek istemiştir. İşte bu örnekler, ait oldukları topluma bir şekilde karşı çıkmış üç insan örneğidir.

Peki, “ötekileştirme” veya “kendini öteki görme” gereksinimi neden devam ediyor? Bunun sebebini nerede aramalıyız? Barınmak, cinsel istekleri tatmin etmek, karın doyurmak insanı hayvanlardan ayırmayan özelliklerdendir. Ancak bir özellik vardır ki, sadece insanlarda bulunur: Hak ve hakikat duygusu. İnsanoğlu, doğruyu söylemekten, doğruyu içinde yaşatmaktan kendisini kurtaramaz, öldürülerek, bastırılarak, yok edilerek susturulamaz. İnsanoğlunun fikirleri onda bir kere yer edinirse, insanoğlu bir kere kendi fikrinin doğruluğundan emin olursa, işte o zaman hiçbir engel tanımaz. Yunus Emre’nin : “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.” sözünü konumuza uyarlayınca şunu diyebiliriz: İnsan ölür, ancak fikirleri hep kalır.

Bunun yanında Aristoteles’in de dediği gibi: “İnsanoğlu şehirli bir hayvandır/canlıdır. (ζῷον πολιτικόν) Bu demektir ki, insan sosyal bir varlıktır, içinde olduğu kabileye, klana, topluma sıkı sıkıya bağlıdır. Düşünceleri, yaşayış tarzı, dinî inanışları içinde bulunduğu toplumla şekillenir. Dolayısıyla kendisini ötekileştirme konusunda ne kadar hassas bulursa bulsun, kendisinin, ailesinin, cemaatinin fikirlerine karşı çıkılmasından hoşlanmaz, doğru ve haklı bulduğu bu fikirlerin eleştirilmesine katlanmak istemez. İşte tam burada farkını ortaya koyma, “ötekileştirme” veya “kendi kendini ötekileştirme” mekanizması devreye girer. Bir başka deyişle “Sadece Tanrı beni yargılayabilir.” demeye başlar. Sahip olduğu düşüncelerin öneminin, kendi kimliğini beyan edişiyle artacağına, destekleneceğine inanmak ister. Böylece ortaya “Sizler” ve “Bizler” çıkar. Peki, kimdir bu “Sizler” ve “Bizler”? Belki Marx’ın dediği gibi “köle ve sahip, işçi ve işverendir”. Belki de Nietzsche’nin dediği gibi “Tanrının öldürülmesine yardım edenler ve etmeyenlerdir:  Teofiller (théophile) ve teositler (théocide).

Yeryüzünde, düşünce, inanç, fikir farklılıkları olduğu sürece kendilerini diğerlerinden ayırma ihtiyacı hisseden, bazen mağdur olduğunu anlatan, bazen Roma’yı dize getiren Galyalı gibi “Mağluplara lanet olsun! “ (Vae victis!) diye bağırmak isteyen ve bunu yaparken de kendisini konumlandırırken dayandığı şeyin “öteki” ya da “ötekiler” olduğunu çok iyi bilen insanlar olacaktır. Bu durumu ortadan kaldırma çabalarının nafile olacağı kanısına varmak hiç de zor gözükmemektedir. Çünkü faşizmin bir başka boyutu olan “kendi fikrini başkasına söyletme” isteği ve insanın karakterinde olan “doğru bulduğu fikre bağlanma” arzusu, insanın kaçtığı değil aksine peşinden koştuğu bir şeydir. Öte yandan “kendini öteki görme” (aynı anlamdaki karşısındakini öteki görme) eğiliminin insanlığa faydadan çok zararı ya da zarardan çok faydası mı olmuştur, emin değiliz. Bir şey çok açık ve nettir: Kimlik beyanına ortam hazırlayan şartlar devam ettikçe (iyi ya da kötü anlamda, baskı sebebiyle ya da hoşgörü sebebiyle) insanoğlu, onu o yapan değerleri açığa vurmaktan geri kalmayacaktır. Bu onun çok özgül bir hususiyetidir.

Kategoriler

Şapgir