Ferzan Özpetek eşliğinde aşka ve İstanbul’a yolculuk

Ferzan Özpetek sinemasını bilenler, hangi film olursa olsun kendilerini insan gerçeği ile bir buluşmanın daha beklediğini bilirler. Kalabalıklı ailelerin derin sırları, en mutlu anlarda saklı trajediler, ömrün bir anında dönüşüveren hayat rotası, usta yönetmenin belirgin izlekleri olarak hepimize göz kırpar. Peki böyle bir yönetmen bir kez de romanıyla karşımıza çıksa ne olur? Bunun yanıtını 'İstanbul Kırmızı'sında bulmak mümkün.

KARİN KARAKAŞLI

Ferzan Özpetek sinemasını bilenler, hangi film olursa olsun kendilerini insan gerçeği ile bir buluşmanın daha beklediğini bilirler. Kalabalıklı ailelerin derin sırları, en mutlu anlarda saklı trajediler, ömrün bir anında dönüşüveren hayat rotası, usta yönetmenin belirgin izlekleri olarak hepimize göz kırpar. Peki böyle bir yönetmen bir kez de romanıyla karşımıza çıksa ne olur? Bunun yanıtını 'İstanbul Kırmızı'sında bulmak mümkün. 
 
Eren Cendey'in İtalyanca aslından çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıkan roman, karakalem eskizler ile kırmızı ve mavi renklerinin baskın kaçtığı suluboya bir tablonun havasını taşıyor. Yarattığı karakterleri zaman içerisinde ileri geri giderek belirleyici hatları içerisinde resmeden Özpetek, belleğin acıtıcı, sarsıcı karşılaşma ve hesaplaşma anlarını bulanık hatırlama meziyetine atfen pastel ve suyla dağımış tonlarda betimliyor. Bu tercih ise biz okurlara konunun içine nüfuz ederek, kendi karşılaşmalarımız ile ödeşme alanı açıyor.
 
Otobiyografi ve kurgunun birleştiği ufuk çizgisi
 
Aynı flu ufuk çizgisini Ferzan Özpetek'in özyaşamöyküsel hikâye ile kurgu romanı kaynaştırma tekniğinde izlemek de mümkün. Romanın baş erkek kahramanı olarak çocukluğunun geçtiği evin yıkılacağını yaşlı ve hasta annesine anlatmak üzere İstanbul gelen yönetmen olarak kendisi üzerinden kurgulayan Özpetek, eşi, genç asistanı ve yardımcısı ile tasarım ilhamı almak ve iş bağlamak üzere İstanbul'a gelen Anna karakteri üzerinden de romanın diğeri eksenini oluşturmuş. Rastlantısal buluşmalarla giderek iki insanın yolunu kesiştiren yazar, tıpkı filmlerinde olduğu gibi insanın kendi ruh alemine yaptığı yolculuğu anlatının merkezine yerleştiriyor. Bu yolculuğun ana duraklarını ise aşk, ihanet ve kayıp olarak saptamak mümkün.
 
Romanın “Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir” üst başlığından da anlaşılacağı üzere Ferzan Özpetek,  aşka âşık annesinden kendisine ve Anna'ya uzanan bir çizgide aşkın anlamını sorguluyor. Iskalanmış ihtimaller, platonik aşklar, hırpalanmış ilişkiler, ilk günkü tazeliği ile üzerine titrenen sonsuz aşk... aşkın her şekli yazarın kaleydoskopundaki yerini almış. Yıkan ve bütünleyen haliyle birbirine yer yer taban tabana zıt aşkların birleştiği nokta ise bu duygunun esasen romantizmden çok öte olarak hayatın özünü, yaşama coşkusunu simgeliyişi. Nitekim yazarın aşka dair yaptığı kapsayıcı tanım bu bakışı özetliyor: “Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim: o çok, çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader, belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde âşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir gizemin içine girmek gibidir: sınırı aşmak, eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu gizemde mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir.” 
 
Hayat ile sanat muhasebesi
 
Tıpkı filmlerinde olduğu üzere romanında da bizleri kadın ve erkeğin en gizli dehlizlerine buyur eden Ferzan Özpetek insanın kudret ve zaafları arasında sarkaç misali salınacak alan tanıyor okura. Kendi sineması ile de bir muhasebeye girişen Ferzan Özpetek, anneannesinin onu gizlice götürdüğü ilk filmden başlayarak, yazlık sinemalara, oradan da İtalyan sinemasına duyduğu aşkla düştüğü Roma yollarına kadar bu ömürlük sevdanın öyküsünü olanca açıklığı içinde paylaşıyor.
 
Çocukluğun izleri, gerek yönetmen anlatıcının çocukken hapiste olduğu kendisinden gizlenen babasının yokluğunda, gerekse Anna'nın çok küçükken yitirdiği annesinin bulanık imgesinde çok belirgin. Babayı bir zamanlar onun kitap ayracı olarak kullandığı siyah-beyaz bir İstanbul fotoğrafı ile yâd eden yönetmene karşılık, Anna'nın annesinden tek hatıra olan ve boynundan çıkarmadığı inci kolye bir diğer çağrışım aracına dönüşüyor. Özpetek'in anlatısında eşyaların da hatrı var ne de olsa. 
 
Yaşlanmayla da ödeşen kitapta zincirin halkası gibi birbirine eklenen anılar, sonlarda beliren yeni başlangıçlar dikkat çekici. Yazar bu hayat dönüşümünü sinematografik bir manzara ile betimliyor: “İstanbul'dan sonra başka denizler sevdim. Okyanuslar, ilkbaharın ilk günlerinde yürümeye gittiğim Ostia kıyısındaki kumsallar ve Akdeniz'in kokularını taşıyan kayalık Puglia denizi. Günbatımında yüzlerce yıllık zeytinlerle ya da çamlarla sonlanan kumsalllar. Katlanıp kaldırılmış şezlonglar, tırmıklanmış ve düzeltilmiş kumlar. Her şey ertesi gün için hazırlanmış. Günün sonlandığı ve dünyanın son bir ışıltıyla aydınlandığı anda var olan o ışık.”
 
Kaderin cilvesiyle, tam da İstanbul'dayken intihar ettiğini öğrendiği ve cenazesini kaldırdığı çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı Yusuf'un hikâyesi de kitabın çarpıcı anlatıları arasında. “Bir insan yaşamaktan vazgeçtiğinde bunun asla açıklaması yoktur. Işık yerine karanlığı seçtiğinde. Bunu bir çünküyle açıklamak mümkün değildir, daha doğrusu tek bir nedeni vardır: yaşama ağrısı. Kırılganlık” diyerek anlattığı bu intiharın ardındaki, heteronormatif dünyanın kaba sınırlarında  hoyrat bir baba müdahalesi ile paramparça olan çocukluk masumiyetini de paylaşıyor: “Âşık olmak. Büyümeyi ve erkek olmayı öğrenmek. Yusuf ve benim için böyle olmuştu... Bir ittifaktı bizimki, güçten ve hassasiyetten oluşan. Babam bunu kırdı, hem de lekeleyerek...” 
 
Kayıp İstanbul
 
Kaybedilen sadece insanlar değil, aynı zamanda bir memleket olarak İstanbul. Yazar, çocukluğunun Kalamış ve Beyoğlu semtlerinin yerinde yeller estiğini her fark ettiğinde, şehir sakinlerinin  hiçbir dahilleri ve müdahale şansları olmadan yaşatıldıkları, üzerlerinden adeta silindir gibi geçen  devasa kentsel dönüşüm projelerine yükselen tepkileri de duyumsatıyor. Eşi Michele'ye adadığı hayatın bir yalandan ibaret olduğunu anladığı anda kendini bu yabancı şehrin deli akışına bırakan Anna ve yönetmenle birlikte Emek Sineması'nın yıkımına karşı protestodan Gezi direnişine, şehrin atan nabzını da iliğimizde duyar oluyoruz. 
 
Ama asıl önemlisi Ferzan Özpetek anlatılan öykünün kendisine ve anlatılış şekline vurgu yapıyor. Harem Suare filminden girişte yaptığı alıntı duruşunu özetler nitelikte: “Önemli olan hayatınızı nasıl yaşadığınız değildir. Önemli olan bunu kendinize ve özelikle de başkalarına nasıl anlatacağınızdır. İşte hatalara, acılara, ölüme bir anlam yüklemek sadece bu şekilde mümkün olur.” Ve sanki Özpetek en çok da bizi kendi öykümüzün peşine düşmeye davet ediyor.  “..Onu anlatma yürekliliğini bulduğunda, kendi öykünü anlattığında her şey değişir. Çünkü hayatın öyküye dönüştüğü anda karanlık aydınlanır ve ışık sana bir yol gösterir.”
O ışığın peşinden gitmek için yüreklenmek isterseniz, kendinizi kırmızı ve maviye teslim edin. Birazdan kendi renkleriniz de belirlemeye başlayacaktır.  

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ