Sıradan bir günün sıradan bir olayı olarak intihar

Edouard Levé, intihar etmiş yazarlardan yalnızca birisi. ’65 doğumlu Fransız yazar, 2007’de, yalnızca 42 yaşındayken bilinen evreni terk etti. ‘İntihar’, ölümünden bir yıl sonra yayımlansa da aslında yayıncıya kitabı intihar etmeden yalnızca birkaç gün önce teslim ettiği biliniyor.

ONUR KOÇYİĞİT

İntihar, edebiyat tarihinin belki de en ‘klişe’ olgularından biridir. Yazar/lar, bir olgu olarak yaklaştıkları ölüme,  kurmaca ya da değil, anlatıyı biçimlendirerek bir rol biçmiş, bir kavram atfetmişlerdir. Elbette bu söylediklerime, intiharın yazarlar arasında yaygın bir hastalık olarak görüldüğünü de eklemek gerekir. Walter Benjamin, Heinrich von Kleist, Stefan Zweig, Jack London, Virginia Woolf, Antonin Artaud... Bu isimlerin arasına birçok ismi daha ekleyebiriz. 
 
Kitabı teslim ettikten birkaç gün sonra intihar etti 
 
Edouard Levé, intihar etmiş yazarlardan yalnızca birisi. ’65 doğumlu Fransız yazar, 2007’de, yalnızca 42 yaşındayken bilinen evreni terk etti. ‘İntihar’, ölümünden bir yıl sonra yayımlansa da aslında yayıncıya kitabı intihar etmeden yalnızca birkaç gün önce teslim ettiği biliniyor.
 
Roman, bir yaz günü intihar eden bir adamın hikâyesini anlatıyor. Yüksek standartlarda yaşam süren, hayat kaygılarını minimalize etmiş yirmi beş yaşında bir adam, arkadaşlarıyla tenis oynamaya gideceği sırada eşine, evde bir şey unuttuğunu söyleyerek eve dönüyor ve önceden hazırladığı ritüele uygun şekilde intihar ediyor — böyle başlıyor roman. Sıradan bir günün, sıradan bir hadisesini gerçekleştirircesine de intiharına doğru yol alıyor. 
 
“Ağustos ayında bir Cumartesi günü, üstünde tenis giysileri, yanında karın, evinden çıkıyorsun. Bahçenin ortasına geldiğinizde, raketini evde unuttuğunu söylüyorsun ona. Almaya gidiyorsun, ama girişteki, raketini genelde koyduğun dolaba yönelmek yerine, mahzene iniyorsun. Karın bunun farkında değil, dışarıda bekliyor, hava güzel, güneşin tadını çıkarıyor. Birkaç saniye sonra, bir silah sesi duyuyor. Eve koşuyor, adını haykırıyor, mahzene giden merdivenlerin kapısının açık olduğunu görüyor, inince seni buluyor. Önceden özenle hazırladığın tüfekle başına ateş etmişsin.” (sf. 5.)
Bu bölümü özellikle seçtim. Kitabın hemen başı ve anlatıcı —dolayısıyla belki de yazar— bütün bir meseleyi, hemen girişte özetliyor. Belirli bir sıradanlık ve tekdüzelik hâkim olaya. Sanki hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi anlatıyor; oysa artık varolmayan bir bedenden ve bir bireyden bahsediyor. 
 
Kleist’ın mektubu
 
Yazının başında intihar eden yazarlardan bahsederken Heinrich von Kleist’i de eklemiştim. Kleist, kız kardeşi Ulrike’ye yazdığı intihar mektubunda şöyle demişti: 
 
“Yeryüzünde artık öğrenebileceğim ve bana yardımcı olabilecek hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum.”
 
Levé’nin ‘İntihar’ının anlatıcısı ise bir bölümde şöyle söz alıyor:
 
“Yapmadığın o kadar çok şey var ki insanın başı dönüyor, çünkü bizim de yapamayacağımız ne kadar çok şeyin olacağını gösteriyor. Zamanımız yetmeyecek. Sen beklememeyi seçtin. Sonsuz sanıldığı için yaşama tutunulmasını sağlayan gelecekten vazgeçtin. İnsan tüm yeryüzünü kucaklamayı, tüm meyvelerin tadına bakmayı, tüm insanları sevmeyi isteyebilir. Bizi umutla besleyen bu yanılsamalara sırt çevirdin.” (sf. 24.)
 
Olgunun kendisine, yani intiharlara ortak parantez yaratmak ya da aynılaştırmak/tektipleştirmek gibi bir amacım yok. Sadece, olgunun kendisiyle ilgilenebilmek ve okuru bu duyguyla ortaklaştırmak için yazarın anlatmak istediğini öne çıkarmak istiyorum. Ne Kleist ne de Levé için belki de böyle bir ihtimalden dahi söz edemeyiz ancak her şeye rağmen varlığın sorgulanma aşamasının bir yokluk haliyle son bulması, dikkate değer. Özyıkım, varlığı itibariyle bir yokluktan, yok olma halinden beslenmektedir. Anlatıcının roman içerisinde özdeşlik kurduğu rol, burada daha da belirginleşiyor – hep aynı seviyede seyreden bir anlatım dili ve kurgusuyla.
 
Özyıkım her ne kadar intiharla bir tutulsa da ‘İntihar’ bu konudaki fikrisabitleri aşabilecek bir metin. Özyıkım ‘İntihar’da otobiyografik bir hikâyeye, özanlatımla biçimlenmeye dek varıyor. Levé’nin kitabı teslim ettikten birkaç gün sonra gerçekleşen  özyıkımı da bize bunu bir tür sağlama verisi olarak  sunulabilir ancak ne ahlaki ne de başka bir etik unsur ile bunu bağdaştırmak zor. Belirsiz ve düzensiz bir zaman-anlatı çizgisinde gelişen hikâye aslında bir intihar serüveninden çok, yaşam denen serüvenin gelgitlerinden oluşuyor. Levé bu konuda gerçekten çok başarılı.
 
Roman değil anlatı 
 
Yazı boyunca kitaptan roman diye bahsettiysem de bu konuyu da ayrıca irdelemek gerekiyor. Levé’nin ‘İntihar’ına roman demek, belki de bir hakaret olur – anlatı, bu çerçevede daha doğru bir kullanım olabilir. Edilgen anlatıcısı, bizi bunu söylemekten alıkoyan en önemli faktör. Bir roman anlatıcısından çok, sanki yakın bir arkadaşın anlatıcı rolünü üstlendiği görülüyor. Yanlış anlaşılmasın, bu, bir anlatıcıyı, anlatıcıdan uzak bir bağlamda değerlendirmek anlamına gelmiyor. Sadece, zaman ve anlatı arasında yaşanan süreci oluşturmanın farklı anlamlar ifade edebileceğini öne sürmek demek oluyor, en azından ben öyle yapıyorum. Böyle bakınca ‘İntihar’, hem insanın varoluşsal sürecini sorgulamaktaki başarısı hem de ilintili olarak bu denli kaygıları öne çıkarmasıyla, okunmayı fazlasıyla hak eden bir kitap olarak görünüyor.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ