2 Temmuz 93'te ne hissettiler?

Madımak Katliamı’nın yıldönümünde, takvimi 21 yıl geriye sardık ve çeşitli kesimlerden isimlere ‘o gün’ü nasıl hatırladıklarını, ne hissettiklerini sorduk. Besime Şen, Ömer Laçiner, Bereket Kar, Yetvart Danzikyan, Sema Kaygusuz, Foti Benlisoy ve Özlem Yağız anlatıyor.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

GÖZDE KAZAZ
gozdekazaz@agos.com.tr

Ömer Laçiner'in deyimiyle ‘Bin yıl hafızalarda kalacak’ olan Madımak Katliamı’nın yıldönümünde, takvimi 21 yıl geriye sardık ve çeşitli kesimlerden isimlere ‘o gün’ü nasıl hatırladıklarını, ne hissettiklerini sorduk. Besime Şen, Ömer Laçiner, Bereket Kar, Yetvart Danzikyan, Sema Kaygusuz, Foti Benlisoy ve Özlem Yağız anlatıyor. 

Biz çocuklar, ‘Madımak’ gibi katliamların ‘ansızın’ bize de yapılacağı kaygısıyla yaşıyoruz
Doç.Dr.Besime Şen (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nde öğretim üyesi)

'2 Temmuz 1993 tarihinde üniversitede öğrenciydim. Sivas Madımak Katliamı kuşkusuz Alevi yurttaşlar üzerinde farklı bir etki yaratmıştır. Ben de Alevi bir ailedenim. Olayı evde televizyonda izlediğimizde öğrendim. Garip bir biçimde, sahneler gerçek gibi gelmedi ilk anda. Onu hatırlıyorum. Ama ailede yarattığı etkiyle olay zihnimde dönüştü. Televizyonun karşısında gözlerimizi ayırmadan ekrana baktığımızı hatırlıyorum. Dehşetimiz artmaya başlamıştı. Ailem Maraş katliamını yakından bildiğinden sanırım benden farklı bir bilinçle ve dehşetle bu olayı izlediler. Ama bizim paniğimizi arttırmamak için özen gösteriyorlardı. O yıllarda muhafazakar bir mahallede yaşıyorduk ve tepkimizi yine kendi içimizde saklı tutmaya çalışıyorduk. Bu çabayı hatırlıyorum. Ben ilk kez bir kentteki halkın toplanarak ülkenin yazarlarını, sanatçılarını, aydınlarını büyük bir istekle yakmaya çalıştıklarını izliyordum. Korkunçtu. Yukarıda da değindiğim gibi olayı izlerken önce gerçek gibi gelmedi. “bu kadar da değil” gibi bir duygu. Ama o kadarmış, bunu sonra deneyimledik.

Madımak’ta yakılanlar arasında Hasret Gültekin de vardı. Kendisi dayımın yakın arkadaşıydı. Aslında olayın gerçekliği, Hasret’in otelde mahsur kaldığı ve çıkamadığı haberini almamız ile oluştu. Onun ölümü ile yaşanan vahşet adeta evimizin içinde kaldı. Bu üzüntüyü ve tabi kaygıyı asla üzerimizden atamadık.

Ailem bu olay öncesinde, yakın tarihte Alevilere yapılan linç ve vb. girişimleri oturup çocuklarına anlatmış değildi. Bunlar özellikle de anlatılmaz. Ama insan garip biçimde “özellikle” anlatılmamış olanlara ilgi duyarak da öğrenmek istiyor. Biz çocuklar da, bilinçaltında Madımak katliamı gibi, Alevilere yönelik yapılanların “ansızın” bir gün bizzat bizlere de yapılacağı kaygısıyla yaşıyoruz. Maalesef bu ülkede bu hissi azaltacak ya da ortadan kaldıracak bir gelişme yaşanmadı. Bu toplumda Aleviler hala hüznünü ve ıstırabını bile gizli yaşamaya çalışıyor.'

En çok yaralayan, muhafazakar çoğunluğun Madımak’la hesaplaşmaması
Ömer Laçiner  (Birikim Dergisi Genel Yayın yönetmeni)

“Madımak katliamı benim için daha özel, daha yaralayıcıdır; çünkü memleketim Sivas’ta oldu. Şehre olan sevgimi, bağlığımı ciddi şekilde azalttığını söyleyebilirim. Sivas, Madımak’ı unutmaya çalışıyor. Ama bugün bile olayın vahametini anlayan bir hesaplaşma yok ortada. Şehir kendini temize çıkarmaya çalışıyor.

Birileri bunu planladı mı bilmem ama on binlerce insanın katıldığı bir toplu linçti. Orada bulunan insanların yapılana  direnç göstermediklerini, hatta onayladıkları gördük. Sorumluğunu hissetmediler. En çok yaralayansa, mahkemelerin usulsüzlüğü falan değil; sorumluluk hissetmesi gereken muhafazakar çoğunluğun, bin yıl sonra bile hatırlanacak bu olayla hesaplaşmaması, üstünü kapatması. Madımak Katliamı hala açık yaradır.

Duyduğumda ne hissettim? Müthiş bir öfke ve utanç duyuyorsunuz. Otelin etrafının kuşatıldığını televizyondan gördük. Başlarda bu kadar büyük bir facia olduğunu bilmiyorduk. Ama aslında ilk anda, öfkeden de çok insanlık adına ağır bir utanç duydum. O insanların tekbir getirerek saldırma sahnesi hayatımda iğrenerek hatırlayacağım sahnelerden biridir. ‘Cehennem ateşi’ diyen sesleri duyuluyordu. O insanların hala yaşıyor olması kolay kaldırılabilir bir şey değil.

Açıkçası yakın zamanlarda da bir hesaplaşma, özeleştiri olabileceğini sanmıyorum. O kahrolası kendini temize çıkarma eğilimi hep galiptir. “

1915 soykırımıyla, Sivas, Roboski’yle devam eden yangın
Bereket Kar (gazeteci/eski siyasetçi)

'2 Temmuz vahşeti, yaşamımda unutulmaz kötü bir anı olarak iz bırakmıştır.

Bu acı haberi, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bir Filistin kampında, BBC radyosunun Türkçe servisinden dinlemiştim. Aziz Nesin’le birlikte onlarca aydının, gerici dinciler tarafından, Madımak otelinde yakıldığı ve güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı, olayların devam ettiği belirtilmişti. İktidar, bilindiği üzere DYP-SHP koalisyonuydu. Erdal İnönü’nün, başbakan Tansu Çiller’in yardımcısı olarak, sosyal demokrasinin tükenen tarihsel misyonu gereği hiçbir müdahalede bulunamayacağını ve sonuçta bu olayın diğerleri gibi devletin kirli siciline geçeceğini düşünmüştüm. Devrimci demokratik güçlerin ve özellikle Alevi derneklerin tepkileri, olayı protesto edip kınarken, bu kalkışmanın esas hedefinin Aleviler olduğunu her fırsatta söyleyip durdular. Ben de alevi bir aileden geliyordum. Ne varki hiçbir zaman Alevilik yapmadığım gibi sosyalist olmanın dışında bir aitliğim yoktu. Siyasi bir partinin temsilcisi olarak elbette ki bu olayı şiddetle kınamalıydım. Danıştığım dost AraP, Filistinli güçler, tüm komünist parti ve kurtuluş hareketlerini bir toplantıya çağırarak kınamanın daha etkili olacağını onaylayınca,3 Temmuzda toplanan güçlere olayın gerçekleşme şekli ve amacı hakkında bilgi sunarak Arapça bir bildiriyle Çiller-SHP iktidarını ve olayın ardındaki gerici güçleri kınadık. Sunumda zorlandığım esas konu Alevilerden bahsetmekti; zira katılan temsilciler arasında alevi olmadığı gibi on yılı aşkın mücadelemde, ilk defa inanç konulu bir toplantıya, soru ve cevaba vakıf olmuştum. Yüksek sesle Alevilerin katledildiğini anlattım. Tabii ki, devlet-iktidar partilerin; tek din, tek dil, tek millet uygulamalarıyla,70 yıl boyunca inkar ettikleri, Kürt, Ermeni, Arap, Laz, Çerkez, Süryani..halkların yanı sıra, Alevilere yönelik, baskı, zulüm ve katliamların bir devlet politikası olduğunu da anlattım ,İttihad ve Terakki’nin, kemalizme devrettiği mirasın ulus devlet inşasında, başta Kürtler olmak üzere tüm kimlik ve inançlara karşı nasıl katliam olarak tecelli ettiği bilinmeliydi. Değilse, kırıntı demokrasi ve büyüme söylemleriyle örtülmeye çalışılan kirli sicilin, parlatılarak, bölge halklarına ideal model olarak yutturulacak kadar ileri gidildiği biliniyor. Madımak, Roboski ve 24 nisan ateşi hala sönmedi.'

Neşe içinde insan yakan, kameralara gülümseyen insanlar unutulacak gibi değil
Yetvart Danzikyan (Gazeteci)

'Madımak Katliamı’ndan 2 Temmuz akşamı haberimiz oldu. Öncesinde Aziz nesin hakkında yürütülen kampanyayı biliyorduk ve bir tedirginlik vardı; ancak yine de bu çapta bir saldırı beklemiyordu kimse. Akşam haber bültenlerinde ikinci en büyük şok, dönemin başbakanı Tansu Çiller'in 'otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır' demesi idi. Evet Çiller belli ki neler olup bittiğini anlamamıştı ancak devlet de olaya hakimmiş gibi gözükmüyordu. Korkunç tabloyu ancak ertesi gün anlayabildik.

Büyük bir yıkımdı elbette. Bilhassa görüntülere bakınca bunun gayet planlı bir katliam olduğu açık seçik ortaya çıkıyordu. hem Aziz Nesin'e hem de Alevilere yönelik bir katliam. İnsan üzüntü ve öfkeyle dolsa da aslına bakarsanız ne  hissedeceğini, ne yapacağını bilemiyor. Sadece nasıl bir ülkede yaşadığını bir kez daha idrak ediyor belki. Neşe içinde insan yakan, arkaya dönüp kameralara gülümseyen insanlar, unutulacak gibi değil zira.

Bugünden bakınca: en büyük mesele yakanların ve onları yönlendirenlerin hak ettikleri cazaya çarptırılmamasıdır. Bu da devlet ve toplum yapımız hakkında bir fikir veriyor ne yazık ki. Böyle konularda bir fren var. Hep o frene basılıyor. Kalabalıkların tahrik olmasını biraz da 'anlayışla' karşılayan bir fren. Devlette kim olursa olsun, o fren orada duruyor ve kullanılıyor. İster Ermeni meselesi olsun, ister Kürt meselesi, ister Alevi. Devlet bu ülkede kendine ve bazı kalabalıklara 'tahrik' olma hakkı tanımış durumda. Bununla yüzleşemedik. o yüzden hala bir linç rejimi içinde yaşıyoruz, o yüzden hala birilerini öldürmek aslında serbest.. O yüzden bazı katiller hala cezasız.'

Hayat şiire ve saza devam etti, katliamı savunan bütün avukatlarsa AKP milletvekili oldu
Sema Kaygusuz (Yazar)

“Sivas Katliamı olduğunda öğrenciydim. Ankara’da sokaklara çıkıp yürümüştük. Sessizce, tereddütle yürümüştük. Behçet Sefa Aysan babamın Kuleli’den arkadaşıymış. “Şair adam, güzel devrimci böyle mi ölür,” demişti babam. Onun yüzünde eski bir arkadaşın acısını görünce, babamın kurtulmuş biri olduğunu düşünmüştüm nedense. Böyle düşündüğüm için de kendime mahcup olmuştum.

Birkaç ay sonra TRT’de staja başladım. İri gözlü bir kız çocuğu da vardı, lisedeydi galiba. ‘Drama öğrenmek için bir süre çalışacak’ dediler. Kuru yaprak kadar ince bir kız. Biz ikimiz çalışıyor gibi yapıyorduk daha çok. Kimse bize sorumluluk vermiyordu. Geldiğinin ikinci günü o küçük kız “babamı yaktılar,” deyince bütün babalar, şairler, bağlama çalanlar birdenbire çoğaldı. Behçet Aysan’ın kızı Eren el kadardı o zaman. Omuzlarında azap taşıyordu. Onu dinlerken teskin edici tek sözcük bulamadım. Eren’in karşısında nasıl ezilmiştim anlatamam. Derken katliamın boyutları, görüntüler ortaya çıktıkça yaşadığımız dehşet gitgide büyüdü. Camilerden taşıdıkları benzinle oteli ateşe veren insanların yükselen alevlere ulu bir varlık görmüşçesine kendilerinden geçip dua etmeleri, hele bir tanesinin benzin kokan yangına “Allahım bu senin ateşin işte, cehennem ateşin” diye tekbir getirmesi, Sivas Katliamı’nı Cumhuriyet tarihi boyunca süregelen derin bir kedere düğümledi. Dersim’den Çorum’a, Maraş’tan Sivas’a bütün kuşaklar birbirine eklenmişti. Bu eklemeyi devlet yapıyordu, sırtlan gülüşleriyle politikacılar, eblehler, zalimler, yobazlar, yardıma gelmeyen 5. Er Eğitim Tugayı komutanları, jandarma, polis yaptı. Katliamı bir galeyan, insani bir isyan olarak manşet atan niteliksiz gazeteciler ekledi bizi birbirimize. Türkiye projesinin yeni kurbanlara ihtiyacı vardı çünkü.

Bu ateş bizim değil, yalaz yalım köz alev kül duman, bunların hepsi az önce saydığım nasipsizlerin özünü yitirmiş ruh yangınından çıktı. Sivas katliamı olduğunda gökyüzünde yeni yıldızlar keşfediliyordu oysa, kütüphaneler genişliyordu, cüzzamdan eser kalmamıştı dünyada, kuantum fizikçileri boşluğun kendiliğindenliğini araştırmaya çoktan başlamıştı. Bizse eski bir çağa, insanın kolayca ziyan edileceği karanlık bir çağa geçmiştik. Hayat şiire ve saza devam etti, katliamı savunan bütün avukatlarsa AKP milletvekili oldu.  Daha 22 yıl önceydi, düşünün ne kadar yeni. O vakit doğmuş olanlar üniversiteyi henüz bitirdiler. Şimdi onlar Abdullah’a ekleniyorlar, Ali İsmail’e, Berkin’e, Mehmet’e, Ahmet’e, Ethem’e ekleniyorlar. Bugünün kudretsiz iktidarları ise, dizi dizi insan acısıyla çoğalan, asla hükmedemeyecekleri milyonlar yaratıyorlar.”

Şair Metin Altıok, şair Behçet Aysan ve bağlama ustası Hasret Gültekin Madımak Oteli’nin içinde bekliyor

Katliam aslında bizim de kurbanı olduğumuz felaketin parçasıydı 
Foti Benlisoy (yazar)

Sivas katliamı gerçekleştirildiğinde 15-16 yaşlarındaydım. Açıkçası katliamın boyutlarını ancak ertesi gün basından öğrenebilmiştim. Yeni yeni siyasallaşmaya, daha doğru bir ifadeyle siyasal ve toplumsal gelişmelere dair belli belirsiz bir ilgi duymaya başladığım bir dönemdi. İkiz kardeşimle bulabildiğimiz tüm gazetelerde katliamla ilgili haber ve yorumları merak ve dehşetle okuduğumuzu hatırlıyorum. Aziz Nesin’i elbette biliyorduk ama Alevilerin Türkiye’de karşı karşıya kaldıkları ciddi sorunlar, hele hele Maraş ve Çorum gibi “olaylar” hakkında herhalde pek bir bilgimiz yoktu. Bu tür meselelerin tartışıldığı, açık açık konuşulduğu bir aile değildi bizimki. İçerisinde yetiştiğim Rum/azınlık sosyalleşmesi o zamanlar bu tür “netameli” konulara girmeye pek elverişli değildi zaten. Sanırım o dönemde bizim Sivas’ta cereyan edenleri kıyas edebileceğimiz yegâne referans da 6-7 Eylül 'olaylarıydı'. 6-7 Eylül pogromu aile ortamında, büyükler arasında eskiden beri arada bir gündeme gelirdi. İşte bu “referans olay” dolayısıyla Sivas’ta ölenler ve saldırıya uğrayanlarla kuvvetli bir özdeşlik kurmam tesadüf olmasa gerek. Katliamın aslında bizim de parçası/kurbanı olduğumuz ortak ve büyük bir felaketin parçası olduğu hissi böylece gelişti. 

Hesaplaşılmamış her katliam, her insanlık suçu, yeni ve başka katliamların habercisi. Sivas öyle geçmişte kalmış kötü bir anı değil. Sivas’ta yaşananların gölgesi hâlâ aramızda. Hatta o gölge (aslında bizde hep olduğu gibi) bugün mevkii makam sahibi. Bu ülkede Sivas gibi suçların hesabının sorulmasından ziyade faillerin ve onlara ait zihniyetin çeşitli biçimlerde taltif edildiğini hatırlatmaya gerek yok. Dolayısıyla Sivas’ı bugün hatırlamak, geçmişe değil, bugüne ve geleceğe dair bir eylem aslında. Sivas’taki karanlık yanı başımızda, hepimizi tehdit eden bir felaket olarak kaldıkça Sivas katliamı bitti diyemeyiz.

Katliamın ertesi günü ben de olayın bir kaza olduğunu zannetmiştim
Özlem Yağız (yazar)

“2 Temmuz 1993 katliamının yaşandığı günlerde oldukça genç bir insandım. Henüz birkaç yıldır dindar olmuştum. Doğrusunu isterseniz neler yaşandığını doğru anlayabilecek bir zihin yapısında da değildim. Şeytan Ayetleri kitabının Türkçeye çevrilmesine o zamanlar oluşan histeri dalgası içerisinde ben de tepki duyuyor ve çok üzülerek söylüyorum ki, İslam tarihine girmiş kimi facia uygulamalara bakarak Humeyni’nin ölüm fetvasının doğru olduğuna inanıyordum. Hayatında ne o güne kadar ne de bugüne kadar kimseye tek tokat atmamış olan ben, böyle bir vahşeti nasıl sorgulamadan kabul etmiştim hâlâ şaşırırım.

Olayın yaşandığı günün ertesinde ben de kamuoyunun genellikle algıladığı gibi olayın bir kaza olduğunu zannetmiştim. Bir takım “duyarlı” insanlar, “haklı” olarak bu kitabın çevrilmesine tepki gösterip protesto etmişlerdi. O sırada bir yangın çıkmış ve bu “haklı” tepki, bir faciaya dönüşmüştü. Aradan geçen yıllar içerisinde bu açıklamanın yetersiz kaldığını hissedince birçok Müslüman gibi benim fikirlerim de yaygın söyleme göre değişti. Orada bir takım duyarlı insanlar tepki göstermişti gerçi ama olay esas olarak derin devletin kurduğu bir pogromdu. Bu benim açımdan çok rahatlatıcı bir açıklamaydı. Çünkü hem mağdurun mağduriyetine dokunmuyor, hem de oradaki insanları aklıyor, insanın o kadar da kötüleşebileceğini, özellikle Müslüman insanların böylesi bir kötülük potansiyeli taşıyabileceğini reddediyordu.  Zaten arkasından yaşanan ‘Başbağlar olayı’ da hepimize bunu kanıtlamıştı. Bu bir tuzak bir Alevi-Sünni çatışmasının ön çalışmasıydı. Saf insanlar bu konuda tuzağa düşmüştü. Görüntüleri izlemedim ve kafamda bu dosyayı kapattım.

Yıllar önce bir forumda kendimi bu konuda bir tartışmanın içinde buldum. Bir hanımın bana o gün şunlar şunlar yaşandı şeklinde uyarısı ve oldukça duygu dolu mektubu üzerine dönüp o olayın görüntülerini izledim. Bir kere, iki kere, üç kere! Tam manasıyla dehşete düştüm. O günlerdeki gazete haberlerini yeniden okudum. Evet, ortada bariz bir derin devlet oyunu vardı ama bu orada yaşananları benim açımdan tam anlamıyla açıklamıyordu. Olayın ardından çıkan kimi İslami dergilerdeki vicdansız söylemleri ve mazeret bulma mekanizmalarını da açıklamıyordu. Bir dönüşüm daha geçirdim. Evet, ortada zalimliğe çok yatkın bir İslami söylem, retorik de vardı. Ama Şeytan Ayetleri’nin Türkçe basılması hata idi. Aziz Nesin de çok kışkırtmış olmalıydı vs.

Ama bir kere akıl sorgulamaya başladığı zaman nokta koyamıyorsunuz, daha derine iniyorsunuz ister istemez. Bugün geldiğim noktada bu kitabın basılmasının bir hak olduğuna inanıyor, basılmasına aracılık eden insanlara, başta Aziz Nesin’ yapılan her şeyi zulüm görüyorum.  Eğer ki bu kitap için yazarı hakkında ölüm fetvası verilmesine ve böyle bir infiale sebep olacak kadar zalim bir İslami gelenek varsa, sorgulanıp didik didik edilmesi gereken budur. Salman Rüşdi değil! Aziz Nesin hiç değil!

Çünkü insan aklına ve yaratıcılığına bu şekilde deli gömleği giydirmeye çalışan toplumlar kaybeder. Ben Nietzsche’nin ‘Hristiyanlığa Lanet’ kitabının yasaklandığı bir Avrupa düşünemediğim gibi, bir roman için galeyana gelen, Aziz Nesin gibi Sivas olaylarının olduğu gün orada çok içten ve dolu bir konuşma yapmış bir insanın incitildiği ya da Sevan Nişanyan’ın makaleleri için kendisine dava üzerine dava açıldığı bir ülkede de yaşamak istemiyorum.  Kendimi böyle bir ülkeye değil, insan olarak düşünce özgürlüğünün ve toplumsal baskının çok daha iyi yerlerde olduğu bir ülkeye yakıştırıyorum. İsteyen sansür, galeyan ve hezeyan dolu bir topluma yakıştırabilir. Aklımın da, inancımın da, irademin de, hayatımın da kontrolü benim elimdedir. Hiç kimsenin benim adıma oturup “doğru ya da yanlış” fikirleri belirlemesine ve bana ulaşmadan sansürlemesine taraftar değilim. Dahası bu zihniyete sonuna kadar karşıyım. “

 

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem