OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Zaven Biberyan’ın bir insan ve bir yazar olarak portresini daha uzun konuşmak mümkün ve gerekli. Fakat, Biberyan konuşurken onun hayat öyküsünün bize Türkiye’de Ermeni olmakla ilgili söylediklerini es geçmek mümkün değil, zira hayat hikâyesinin ana motiflerinden biri bu.

Ülkedeki Türk-Müslüman olmayan toplulukların sorunları çözülmek isteniyorsa her şeyden evvel devletin bu topluluklara karşı öteden beri takındığı tutumu değiştirmesi gerekiyor. Bu gruplara sorunları çözülmesi gereken vatandaşlar olarak değil, müzakere edilen bir düşman olarak bakılıyor, üstelik ‘mağlup edilmiş’ bir düşman; onun için de kendilerine ‘verilen’le yetinmeleri normal kabul ediliyor.

Tarihte mümkün olan yüzlerce (binlerce de olabilir mi?) olay dizgisi veya olay kombinasyonundan sadece birini yaşar ve olduğumuz âna ulaşırız. “X olmasaydı veya olduğu gibi olmasaydı ne olurdu?” sorusu hep ilgi çekicidir ve birçok fantezi esere konu olmuştur. Bu tür soruları düşünmek zihin açıdır ama “şöyle olurdu” diye kesin bir yanıt vermek de mümkün değildir. Fakat, elimizde olan yani yaşanmış olay dizgesi hakkında yorum yapabiliriz.

Biørn 1871’de, Norveç’in güneyinde küçük bir kasaba olan Kragerø’da, varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuş. Hemşirelik eğitimi alıp hemşire olmuş. Kadın Misyonerler Teşkilatı’na girmiş ve bu kurum tarafından 1905’te hemşirelik yapmak üzere önce Mezre’ye (Elazığ), sonra Muş’a gönderilmiş. Ermenice, Türkçe ve Arapça öğrenmiş. Muş’ta bulunduğu sırada, 1915’te, kendi uhdesindeki yetimler de dâhil, Ermenilerin katline tanıklık etmiş. Yetimhane ateşe verilince çocukların birçoğu kurtulamamış.

Son yıllarda Türkiye’de dini, onun sembollerini, şahsiyetlerini, uygulamalarını eleştirmenin zorlaştığı da sır değil. Öyle bir hava var ki, bunların ‘kutsal’, dolayısıyla eleştirilemez olduğu baştan kabul edilmiş. “Kutsal değerlerime saygı göstermek zorundasın” ifadesi bir ezber cümle olarak ağızdan ağıza dolaşıyor.

Önce şunu hatırlatalım ki, Koç Üniversitesi’nin tahammül edemediği kitap, Ermeni Soykırımı’nı tartışan bir kitap değil. Hatta içinde münhasıran Ermeni Soykırımı’nı ele alan bir makale dahi yok. Çevre tarihi üzerine bir kitap. Sadece, kitabın bir yerinde, bir alıntıda ‘Ermeni Soykırımı’ lafı geçiyor diye bütün bu gürültü.

Fezleke “1948 yılından önceki herhangi bir tarihte yaşanmış hiçbir acı nedeniyle bir millete ve topluluğa karşı soykırım suçlaması yöneltilemez” diyordu. İster 1948’den önce, ister sonra olsun, hukuk temelinde, milletlerin soykırımla zaten suçlanamayacağını belirtmiştim; zira uluslararası ve yerel hukukta soykırım suçu, bireylerin işlediği ve bireylerin yargılandığı bir suç olarak tanımlanıyor.

HDP MYK üyeleri için hazırlanan savcılık fezlekesini okuduğumuzda birçok yanlışlık ve tutarsızlıkla karşılaşıyoruz. Aslında fezleke, ifade hürriyetini koruyan ulusal ve uluslararası mevzuatı uzun uzun sayıp dökerek HDP MYK’nın açıklaması neden kovuşturma konusu olamaz, onu açıklamış!

Sayıların dehşeti, ağır çekim bir felaket yaşadığımızı açıkça ortaya koyuyor. İki seneye yayılan bu ölümleri kabaca gün sayısına böldüğümüzde ortaya çıkan sayılar yaşanan felaketi daha iyi idrak etmemizi sağlayabilir. Bu süre boyunca, dünyada her gün ortalama yaklaşık 7400 kişi ölmüş, tek bir günde ve her gün!

Yönetmelik Nisan ayında çıksa da çıkmasa da “Yeni seçim yönetmeliği yapmak neden bu kadar uzun sürdü?” sorusu baki. Dile kolay, sekiz senedir bir yönetmelik hazırlanamıyor. Niye hazırlanamadığının cevabı, yönetim anlayışı açısından çok kritik.