İstanbul’a tekinsiz bir giriş: Kumkapı

Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin çıkardığı 'Saha Dergisi'nin ikinci sayısında yer alan yazıda Jaklin Çelik, okuyucuyu Kumkapı'yı keşfetmeye çağırıyor.

Tarihi Yarımada diye bildiğimiz yerin bir yanı sadece tarihsel geçmişiyle değil karaya vurmuşluğuyla da yarımdır. Yarımlığıyla hem şimdiki zamanda burada tutunmaya çalışan mülteciler, hem de denizden medet umanlar için denize rağmen çıkışı olmayan bir mekândır. Delice büyüyen şehrin delik deşik sınırlarından içeri düşenleri biriktiren süslü bir torba gibidir. Torbanın altındakiler sıkıştıkça üstündekiler dibe düşmeyecek olmanın güveniyle hareket kabiliyetlerini artırırlar. Alttaki sıkışmışlık üst taraftakilere tedirgin bir “neşe” verir… 

Göçle birlikte büyüyen taleplerle şekli şemali çoktan değişmiş olan İstanbul 1980’li yıllara gelindiğinde darbenin karanlığına gömülüverdi. Her semt muhteviyatı farklı torbalara dönüşerek kimi genleşerek kimi sağından solundan açılan deliklerden sızdırarak karşıladı bu dönemi. Yarımada’nın surları üzerinde tarihi kapılarından biri olan Kumkapı da bu semtlerden biriydi. Yukarısında İstanbul Üniversitesi önünde geleceklerini kotarmak uğruna çatışan gençler; aşağısında Balipaşa, Azak ve Osmanlı’nın ilk tiyatrosu Güllü Agop’un bir zamanlar tiyatrosunun  bulunduğu Gedikpaşa yokuşlarını kesen sokaklarda azınlıklardan boşalan evlerde, Anadolu şehirlerinden gelip yerleşen insanlar yaşamaya başlamıştı. Hepsi farklı kimliklere sahiplerdi ve onları Kumkapı ve çevresinde birleştiren onlara gelecek vadeden bir yurt özlemiydi. Bu yurt huzursuz ama sınırsızlığıyla birinin diğerini görmezden gelmesine olanak tanıyacaktı. Semt, göçmenlerden oluşan tek bir organizmaya dönüşmüş olsa da aslında kendi labirentinde parçalara bölünmüştü. Kunduracılar, tekstil atölyeleri başta olmak üzere çeşitli meslek grupları onları başka semtlere taşıyan ekonomik lokomotiflerdi. Yani torbadan kurtulanlar başka semtlere doğru bir an evvel yol almaya bakacaktı. Burada durmamak gerekirdi, zira durunca ölündüğünü geldikleri yerlerden öğrenmişlerdi.

Kumkapı ve Beyazıt arasında kalan Gedikpaşa Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerden biriydi. Aşağısı deniz, yukarısı karaydı. Birçoğumuz böylesi ucu bucağı olmayan bir su birikintisi olan yerlerden gelmemiştik. Gelenler için su, başı sonu belli olmasa da sağı solu belli olan bir mevhumdu. Beyazıt meydanıyla deniz arası hepi topu bir kilometrelik  yolun ortasında durmuştu ibre bazılarımız için. Ne korkulası denize çekiyordu bir kuvvet ne de korkularından dolayı yukardaki savaşa dahil olabiliyorlardı. 1980’li yıllarda Beyazıt Çarşısı’nın girişinde o günkü şartlara göre market sayılabilecek çeşitliliğe ve büyüklüğe sahip adını sahibinin bıyıklarından almış Pala Bıyık adında bir bakkal dükkânı vardı. Genişçe, yüksek tavanlı bir yerdi. Pala Bıyık’ın siyah-beyaz bir fotosu duvarda asılı dururdu. Şimdi hatırlamıyorum, acaba ölmüş de mi asılmıştı o fotoğraf oraya, yoksa jest olsun diye kendisi mi asmıştı resmini o duvara? Çatışmaların ortasında güvende olan tek şey duvarda asılı duran o fotoğraftı. Ve bizler Pala Bıyık’ın önünde bir kuyruktan ibarettik. Kuyruğun yekûnu dükkân sahibi için yağlı bir kuyruk görüntüsü oluştursa da bizler o kuyruğa hasb-el kader eklemlenmiş, o günün şartlarında yolu kıt kanaate düşmüş, geçmiş hikâyeleri hepsi birbirinden kesif bireylerdik. Önümüz ve ardımızın belli olduğu o kuyruk korkularımızın görünür haliydi aynı zamanda.

1970’lerde ve öncesinde Patrikhane’nin de orada olması sebebiyle Ermenilerin ve Süryanilerin tercih ettiği bir semtti Kumkapı. O yıllarda gelenler daha çok doğu ve güney doğudan dağılmış zincirin son halkalarıydılar. Kumkapı, 1915’ten arta kalan ve bulundukları yerden göçen Ermeniler için söylenegelen “Kumkapı, Samatya, Yeşilköy havalimanı,” hattının ilk durağıydı. 

1980’lerin başında malum politikalar sonucu Kürtler gelmeye başlamıştı semte. Sonuna doğru ise Dersimli Aleviler. Her ne kadar da gelenlerin talebi bir yurt arayışı olsa da bu durum bir yerleşiklik vaadinden ziyade huzursuz, konumu belli olmayan bir yaşam sunuyordu gelenlere. Çünkü semt çok göç alıyordu ve göçenlerin geçmişte onları tanıştıran hikâyeleri birbirine sürtünmeye başlamıştı geldikleri yerde. Şehrin vadettiği özgürlük alanı bir travmalar arenasına dönüşmüş, müsaade edildiği ölçüde birbirlerinden parça koparmaları ise sistemin kaçınılmaz getirisiydi. Göçüp gidenlerin bıraktıkları evlerden yayılan ince sızıların üzerine sistemin hırıltılı sesi çöreklenmişti. Ürkütücü, tehditkâr ve bir o kadar yabaniydi o ses.

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında Tarihi Yarımada köklü bir değişime hazırlanıyor şimdilerde. Yanı başındaki Cankurtaran, yukarısındaki Sultanahmet neyse, oralara biçilen rol de onlardan aşağı kalır değil. Ama önce temizlemek gerekecek. Emlak simsarlarının işkencecileri andıran simaları pek bir korkutucu. Dolayısıyla gelecekteki cennetin, şimdiki cehennem zebanileri mal sahiplerinin ensesinde soluyan emlakçılar desem yeridir.

Ama onun öncesinde 2000’li yılların başından itibaren kentin yeni edindiği insan dokusu. Bu da aslında 1970’lerden itibaren değişmeyen göçmen dokusu üzerine inşa edilen çok kimlikli bireylerin üzerine kondurulan göçmenler. Bu doku öncekine oranla daha hasarlı. Çünkü önceki, bizlerin tanık olduğu ve hatta birçoğumuzun varlığıyla oluşan göç aynı ülkenin ırksal ve dinsel farklılığı gözetmeksizin aynı coğrafyanın aynı dilini konuşan bireyleriydi. Nüfus cüzdanlarımızda TC yazıyor olması bir güvence değildi elbette ama bütün olumsuzluklarına rağmen tasnif edilmemizi kolaylaştırıyordu. Çünkü her ne olursa bu arızalı düzenek içerisinde kendimizi ifade edebiliyorduk. Kimin dinlediğinin bir önemi yoktu. 2000’lerin göçü bizim göçümüzden farklı olarak bu kez de iç savaş mağdurlarının yerini dışardan gelenlere bıraktıkları bir yerdi artık Kumkapı. Önceleri Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Ukrayna, Moldovya ve Romanya gibi ülkelerden gelmeye başladılar. Özellikle Ermenistan’dan gelenler buradaki Ermenilerde hayal kırıklığı yarattılar. Çünkü buradakiler azınlıktılar ama gelenler bir Ermeni ülke psikolojisiyle davranıyorlardı. Buradakilerin yabancısı olduğu birçok alışkanlığı da beraberlerinde getirmişlerdi. Anadolu veya İstanbul Ermenileri’yle aralarındaki en bariz fark onlar değerler olarak Ruslaşmış Ermenilerdi. Üstüne bir de yoksulluk ve taşralılık eklenince buradakilerin onlarla ilgili algısı da farklılaştı. Buradaki 1915 algısı Ermenilerle Türkler ve Kürtler arasında aşılmaz bir bellek duvarıyken, onlarda ekonomik problemlerin ön plana çıktığı ama diğer yandan duvarsız ilişkiler kurulabileceğini de yaşam tarzlarıyla gösteriyorlardı. Bunun evrensel yanı tartışılmazdı.

1970’lerde doğudan gelenlerin doldurduğu İstanbul Ermenilerinin yaşadığı evlere o tarihlerde kimsenin aklının ucundan dahi geçmediği Ermenistan Ermenileri gelmeye başlamıştı. Bunlar bir anlamda 60’larda Almanya’ya göç eden Türk işçi ailelerine benziyorlardı. Ama tek bir farkla. Taşradan dahi gelmiş olsalar birçoğu eğitimliydiler, eğitimli olmasalar bile mutlaka bir zanaata yatkınlıkları vardı. Ve uyum sağlıyorlardı. Böylelikle yukarda, İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu Laleli ve Beyazıt mıntıkasında bavul ticaretiyle uğraşan Rusların ticaret becerisinin altında ucuz emekle –ama ona rağmen ülkelerindeki refah seviyesinden çok daha yükseğe erişmeye başladılar İstanbul’da. Zaman zaman söyleşilere aracılık ettiğim yurtdışı ve yurtiçi basın ve medya kuruluşlarına verdikleri demeçlerden burada Türklerle birlikte yaşamaktan sıkıntı duymadıklarını anlatıyorlardı. Keza Gürcüler, Azeriler, Türkmenler ve Romenler de hallerinden memnundular. Ama birçoğunun çalışma izni olmadığı için kaçaktılar ve Kumkapı bir kez de onlar için çıkışı olmayan bir yer haline gelmişti.

Asıl “şenlik” 2011 yılında Suriye’de iç savaş patlak verdiğinde başladı. Kentsel dönüşüm projesi kapsamına alınan Tarihi Yarımada’da sitelere çekilen iş gücüyle birlikte oradan ekmek yiyen göçmenlerin tırnaklarının da oradan sökülmesi demekti bu. Geçtiğimiz günlerde uzun süredir oraları bir hikaye yazmak dışında, yani bir kurmacanın değil de bu düz yazıyla ilgili dolaşmaya çıktığımda manzara her zamankinden daha vahimdi.       

Nişanca’yla sahil arasında eskiden semt pazarının kurulduğu, Ermeni Patrikhanesi’nin de üzerindeki sokaklardan birinde bulunduğu uzunca bir cadde üzerinde olayın vehamet boyutlarını görmek mümkün. Geçtiğimiz yıllarda adı “Şarapnel Sokağı”ndan “Sevgi Sokağı”na dönüştürülen Patrikhane Sokağı’nın çehresi gibi insan simaları da değişmiş. Kumkapı meyhanelerinin başladığı yerden Aksaray’a kadar uzayan uzunca bir caddeden bahsediyorum. Bu cadde Suriye, Irak, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Romanya, Rusya, Ukrayna, Özbekistan, Sudan, Nijerya ve daha birçok ülkeden gelen göçmenlerin yaşadıkları bir alana dönüştü. Göçmenler sadece burada değil, Beyazıt sınırından aşağı, bahsettiğim yokuşları kesen sokaklarda ve Küçük Ayasofya sınırından Aksaray’ı da içine alan “hudutlar” içerisinde yaşıyorlar. Ama bu uzun cadde eskisi gibi olmasa da bir Pazar olma özelliğini sürdürüyor. Bu adreslerde eski yerleşiklerin kimler olduğunu dükkân tabelaları ele veriyor. “Batman, Diyar, Sason, Mardin,” aklımda kalanlar. Sokak sergilerinde mevsimine göre yüz değiştiren ikinci el eşyalar satılırken, yeniler mağazalarda alıcılarını bekliyor. En göze çarpanları ise can yelekleri. Dükkân önlerinde asılı duran yeleklerin sağlı sollu göğüsleri üzerinde parıldayan fosforlu gri şeritler çöken akşam karanlığında buradayım diyor. Yelekleri alanların caddenin başından veya sonundan çıkma imkânları yok diğerleri gibi. Çünkü ara sokaklardan birinden denize erişmek zorundalar…  

Cadde boyunca kaldırım kenarlarına kurulmuş çay ocaklarında oturan gençler keskin bakışlarla caddeden geçen yabancıları cımbızlıyor. Semtin çeteleri burada sinsice yabancılar üzerindeki baskılarını hissettiriyorlar. Uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık başta olmak üzere her türlü silahın anlık bir öfkeyle ortaya çıkacağı ve yöneleceği bedeni kalabalığın içinden bir dere yatağı gibi Aksaray çıkışına tüküreceği kendini hissettiriyor burada. Ama yine de gündelik hayata dair rutin bir akış söz konusu. Buradakilerin hepsi suça bulaşık değil elbette. Çoğu kaçak yaşayan göçmenlerin üç maymunu oynamaları gerekiyor. Devletin torba içerisine attığı vahşi kediler içinde pençelerden korunmanın yolunu, bu suç cehenneminde mafya zebanilerine teslim etmişler kendilerini. Dolayısıyla o güzergâha giren her yerli vatandaş onlar için devleti temsil eden bir tehlikeye dönüşüyor. Devletin Tarlabaşı’nda yaptığı kentsel dönüşüm orada süregiden uyuşturucu simsarlarını da, yani torbacıları da bu taraflara ittiğini düşünecek olursak buraya torba demem boşuna değil.

Yiyecek tezgâhları: Yol boyunca çeşitli ülke yiyeceklerinin satıldığı tezgâhlar var. Tezgâh etrafına birikenler satıcılarla aynı tipolojiden. Yaklaşıldığında aynı dili konuştuklarında aynı ülkenin vatandaşı oldukları anlaşılıyor. Bu anlamda yiyecekler kendi aralarında görüntü ve kokuyla bir duygudaşlık aracı.

Yüzler: Kimse kimseyle göz göze gelmiyor ve görmüyor. Çünkü bu yabancı suç mekânında aşinalık en tehlikeli ele verici. Yüze tutulmuş objektif ise amansız bir tehdit. 

Yabancı: Yabancı mekânın kendisi. Bu anlamda hem çok tanıdık hem de sınırları güvensizlikle inşa edilmiş bir dışlayıcı. İtilmişliğin, varoluşlarının bulundukları yerde oluşturduğu ortak suçun tortusunu oluşturan bu insanlar yabancılığın da kayıt dışı tarihini oluşturuyorlar.

Tarih: Devlet tarafından imha edildiğinden onların dahil olabileceği bir alan değil zaten. Onlar olsa olsa o hasarlı tarihin üzerini iflah olmaz bir mağduriyetle okunmayacak hale getiren aktörleri. Bu yüzden insanlar değil mekân mülteci.

Devlet: Bir nevi memurunu azletmiş otomata dönüşmüş durumda burada. Bileti anca oraya kadar kesilmiş olanlar birbirlerine dönüşü olmayan biletler kesiyor. Yeni gelene müsamaha gösterme sebebi var olanı silmek. Suçta olduğu kadar suçlunun cezalandırılmasında da görünmezleşiyor. Böylelikle görüntüde zapt-u-rapt altına alamadığı denetleme taraflar arasında bir görev dağılımıyla kendi hukukunu oluşturuyor.

Güvenlik: Birbirleri arasında kaybolmuş bir dil var. Herkesin oraya düşüş sebebi belli. Birbirlerinden kazanacaklarına değil koparacaklarına bakıyorlar. Bu yüzden hemen bütün çehreler acımasız bir ifadeye bürüyor korkularını. 12 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu bir kamyon altında can verdiğinde Suriyeli bir anne çocuklarını toplayıp, dışardaki hayatın başlarına neler getirebileceğini göstermek için küçük ölünün başına dikiyor. En büyük kız 13 yaşında ve görüntüden bahsederken diyor ki “geceleri rüyalarıma giriyor…” Oysa onlar daha Suriye’deyken rüyalar şiddetle perdelenmiş, hakikat de kâbusla el sıkışmıştı savaştan kaçan bu küçük zihinlerde.

Can yelekleri: Denizle kara arasındaki taşıyıcı otobandan daha tehlikeli. Çünkü bu yeleklerde tehlikenin tanımı da yok. Kurtuluş değil ölümü çağrıştırıyor. Geçip gitmenin değil, külçe gibi ağır olan ölümün kefeni. O kadar yiyecek kokusunun arasında bu yelekler gömülmeyi unutulmuş ölüler gibi kokuyor. Fotoğraf makineme saldıranlar ise birer leş yiyiciyi. Akşamın karanlığında yeleklerin üzerinde sağlı sollu göze çarpan fosforlu bantlar soğuk parlaklığıyla ölümün gözüne çekilmiş bir çift bant…

Bu yelekleri kimse sorgulamıyor, çünkü herkesin bu hayatta kurtulmak için üzerine geçirmeyi göze alabildiği can yelekleri var. Ama hiçbiri bunlar kadar göz göre göre ölüm vadetmiyor. 

Kategoriler

Güncel Basın Yaşam



Yazar Hakkında