Türkiye’de özgür yayıncı yok, sadece para konuşuyor

6.45, Türkiye’nin en özgün yayıncılık maceralarından birinin adı. Yayınevinin iki yayın yönetmeni ve editöründen Şenol Erdoğan ile, Türkiye’de özgür yayıncılık yapmanın mümkün olup olmadığını, ‘kaybeden’ kavramının uğradığı enflasyonu ve Muzır Neşriyat’ın yayıncılara yaptığı kıyağı(!) konuştuk.

Can Öktemer
temercan.ktemer7@gmail.com

(Fotoğraf: Röportare'den izniyle)

 

- Bir röportajınızda 6.45 için bir yayınevi değil manifestosu olan bir oluşumdur demiştiniz. 6.45 nasıl bir oluşumdur?

Oluşum kelimesini ilk kullandığım zamanı hatırlıyorum, özellikle o vakitler –2006– kolektif bilinç ve üretme güdüsü, “new media group” adını verdiğimiz gerilla ‘reklam’ grubumuz, sokak sanatı ve aktivist yapılanmalarımızın keyifli ve üretken dönemleri kendiliğinden bir yapılanmayı ortaya koymuştu. Bu, parayla, “eleman”la yapabileceğiniz bir şey değil, sevgi ve karşılıksız ilişkiye dayanan, ticari yapılanmanın dışında, spontan bir tutumdu. Bu aynı zamanda bir süreçti de… Artık birebir aynı şeylerin yaşandığını söylemem ne yazık ki zor, ama ortada olan şey nihayetinde ölümsüz bir ruhtur.

- 6.45’in yayınlarının yayın skalası nasıldır? Yayın politikanızı hangi kıstaslara göre belirliyorsunuz?

6.45, yayımlayacağı tüm kitapları iki genel yayın yönetmeni ve iki editörü [Kaan Çaydamlı - Şenol Erdoğan] eşliğinde seçiyor, tamamen bu iki adamın kişisel birikimleri ve entelektüel tercihleri doğrultusunda gelişiyor her şey. En genel anlamda Amerikan edebiyatının geniş yüzölçümünün pek tercih edilmeyen taraflarında dolaşıyoruz, diğer yandan bilim kurguyu seviyoruz, sinema ve sanat kitapları bunları izliyor, ki Türkçe edebiyat serimizi de dahil etmem gerek elbette. Ve gerçekten de 20 yıl sonra moda oluyor bastıklarımız!

- Son yıllarda ağızlara sakız olmuş kaybetmek, tutunamamak gibi kavramların Türkiye’de anlaşıldığını düşünüyor musunuz?

Kaybetmek kelimesi ne yazık ki “loser” denen İngilizce kelime yerine kullanılıyor ve sorunuzda da belirttiğiniz gibi kökleriyle bağdaşmıyor. 6.45 yapılanmasının etrafında dönen “kaybeden” kelimesi etrafında toplanan insanlar da bu kelimenin Türkçesini ve orijinalini de yanlış kullanıyor. Oysa bahsedilen “kaybetme” durumunun insanların zihinlerinde oluşan pop saçmalıkla hiçbir ilgisi elbette yok. Bu da, tıpkı “tutunamayan” kelimesinde olduğu gibi, bir çeşit kültürel olarak seviyesiz, bundan basit bir mastürbasyon hazzı alan, bilinçsiz ve gerçek anlamda kültürden uzak bir entelektüel tutum! Tam da bununla ilgili bir yazı yazmıştım.

(http://cyberzenarchy.wordpress.com/2009/12/13/kaybeden-tutunamayan-looser-cevirisizligi-ve-90-kulturu-1-bab/)

- Yine son yıllarda kentli, orta sınıfa mensup insanların yeraltı edebiyatına, tutunamama meselesine olan ilgileri için neler düşünüyorsunuz? Bu sınıf yeraltı edebiyatını ne kadar içselleştirebilir?

Hah. Çok basit. Mevzu ettiğiniz “sınıf”ın dahilinde önemli bir yüzdeye sahip bu tipoloji. Çok net olan şu bu durumda: “bedenimi satın alabilirsin ama ruhumu asla!” Diğer türlü kurarsak cümleyi, bir çeşit “ben aslında…” durumu, basit bir tatminkarlık, iç rahatlatma, kendi kendini aklama arzusu… Açıkçası bunlar ne bulundukları mesleki durumlarını ne de altkültürlerle ilintili edebiyat türevlerini içselleştiremez. Diğer yandan kendilerini ait hissetmek istedikleri yerin “öteki” olması da çok anlaşılır, dahil olduğu şeyi içten içe reddetme dürtüsü. Diğerleri ne olabilir peki? “Amerikan sapığı” tabii ki.

- Uzun yıllardır editörlük yapmaktasınız, Türkiye’de editörlük mesleği için neler söylemek istersiniz?

“Editörlük”, “ben şairim” cümlesini anımsatmaya başladı artık, çok yanlış ve eksik kullanılıyor. İnsanlarda kitapların künyesine isim yazma ve yazdırma sevdası var, ne yazık ki. Ülke içi olsun, dışı olsun, net olan şey şudur ki, editörün tek işi vardır, yaratmak. Hepsi bu. Kitap copyrightı kovalayarak, muhasebecilikle ya da yazışma yaparak editör değil sekreterlik yapılabilir elbet. Bu mesleği saygın şekilde yerine getiren insanlar var elbette, çok şükür ki varlar.

- Son birkaç yıldır hızla yaygınlaşmaya başlayan e-book hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz de Altıkırkbeş olarak e-book satışına başladınız, insanların ilgisi nasıl?

Sanal kitabın matbu kitapların asla yerini alamayacağına inananlardanım ben. Bence alakası da yok zaten. İki ayrı kültür ve iki ayrı kültürün okurları, web için okur kelimesinden çok müşteri diyesim geliyor. Diğer yandan da blogların ve sözlüklerin kitaplaştırılması da tersi ve önemli bir gösterge elbette. 6.45’imizin çok fazla e-book’u yok, o kadar da ardında koşturmuyoruz, lakin elbette alıcısı olduğu sürece servisi de yapılacaktır tarafımızdan, yeter ki okusunlar!

- Uzun yıllardır yayınevlerinin kâbusu olan Muzır Neşriyat Kurulu için neler söylemek istersiniz? Muzır Neşriyat gibi bir mekanizma varlığını sürdürürken, ne kadar özgür yayıncılık yapılabilir?

Ya aslında o denli de kabus olduğunu sanmıyorum. Yani şimdi ahlak-ahlaksızlık meselesine girersek kavga çıkar J. Diğer taraftan, baskı sayısını arttırmaya yarayan, yayıncının da hoşuna giden bir durum yaratıyor, kimse yamuk yapmasın bu noktada. Palahniuk’un kurula takılan eserinin baskı sayısı bunun bir örneği. Diğer yandan da medya dediğimiz şeye, bol bol kolay haber çıkıyor. İnsan olduğu sürece sansür olacaktır! Yayıncının kendisinin ne kadar özgür olduğu daha önemli bence. Özgür yayıncı? Ticari kaygıların hakim olduğu yerde önce paradan bahsedilir! Özgürlüğü amaçlayan çok çok az yayıncı olduğunu düşünüyorum!

- İnternetin yaygınlaşmasıyla beraber fanzinlerin yerini bloglar almaya başladı. Bloglar gerçekten fanzinlerin yerini doldurabildi mi? İnternet sansürü kapımızdayken, bloglar kendilerini koruyabilecekler mi?

Bu aslında e-book sorusu gibi. Cevabı da doğal olarak ona benziyor. Fanzin fanzindir, blog da blog. Web fanzini olur mu? Olur elbet, yeter ki üretsinler. Facebook’ta fanzin adıyla açılan yüzlerce page var, lakin ne sanal, ne matbu bir bok ürettikleri yok. Zırıltı, kuru gürültü işte. Çöp. Üreten kişi her ortamda her şekilde üretmeye devam ediyor!

- Underground Poetix’ten sonra, yine 6.45 bünyesinde Panpa isimli dergiyi yayınlamaya başladınız. Bu iki dergiyi nasıl tanımlarsınız? Bu dergilerin Türkiye’de bir boşluğu kapattığını düşünüyor musunuz?

Underground Poetix 2006 senesinden beri var olan bağımsız bir yapı. Çok önem verdiğim bir nesne! Alt kültürler ve bunların mekanizmalarıyla ilgileniyor, başta Amerika olmak üzere. Türkiye için zaman ile zekanın kesiştiği nokta da biraz fütüristik elbette, daha Underground Poetix’in ne olduğunu anlamayanlar çoğunlukta, e okumak lazım anlamak için elbet. Uç bir edebiyat dergisi oysa!!! Amerika’da ki net tabirle “outlaw” ve “outside-r”. Panpa, içeriği açısından 6.45’e ait değil, yani içeriğini biz yapmıyoruz. Yusuf Ünal var başında, biz sadece basıyor ve destek veriyoruz.

- Eylül ayı içerisinde Franz Kafka’nın Hayvan Öykülerini ve Mykle Hansen’in Çivisi Çıkmış Boklu Dünyanın Azgın Pompacılarını yayınladınız. Bu sezon başka hangi kitapları basmayı planlıyorsunuz?

Şu sıra: Neal Stephenson, ülkemizde basılan ilk post-cyberpunk kitap olacak, adı Elmas Çağı. Frakfurt’un Boktanlık Üzerine’si yeniden basılıyor, Batuhan Dedde’yi aldık 6.45’e ve kısa öyküleri ile başlıyoruz. Dan Fante var bizi heyecanlandıran. Bukowski’nin tanrısı John Fante’nin oğlu bu Dan Fante, babasından daha iyi yazıyor bence J. Bu arada Mykle Hansen’in “Çivisi Çıkmış Boklu Dünyanın Azgın Pompacıları” gerçekten dehşet bir roman üçlemesi!

- Türkiye’de kitap fiyatlarının yüksek olmasından şikâyet edilir, böyle bir durum gerçekten var mı? Üniversitede okuyan bir öğrenci bandrollü bir kitabı kolaylıkla edinebilir mi?

Edinir. Çok fazla kitap okuyan için zor olur sürekli almak. Ortalama bir okur için mesele değil. Mızmızlık ve tantana. Kitap ucuz olmaz zaten. Çeviri+matbaa+copyright+kdv+dağıtımcı denen sistem var ortada, maliyeti yüksek olan ürünü elbette değerine satmak zorundasınız, işçiyiz biz, paçalarımızdan para aktığı yok!


Bu hafta...
2. Hafta
1. Hafta