‘Keşke belgesel fotoğrafçılığına on yıl önce başlasaymışım…’

Fotoğrafçı Alberto Modiano’nun Gözlem Yayınları’ndan Türkçe ve İngilizce olarak çıkan ‘Zaman ve Mekân İçinde Musevilik’ kitabı ve aynı adla açılan sergileri, Türkiye Yahudi toplumunun sosyal ve dinî hayatına ilişkin içerden tanıklıklarla çok değerli bir görevi yerine getiriyor. Bir fotoğrafçı olarak bu çalışmanın belgesel önemini konuşmak ve mensubu olduğu cemaatin yaşamını sergilemenin ne anlama geldiğini anlamak için Alberto Modiano ile buluştuk.


Adım Alberto Modiano. 1960 yılında İstanbul’da doğdum. Annem Bulgaristan’da Filibe Plovdiv’de doğmuş. Nazilerin Bulgaristan’a girdiği İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’a gelmişler. Babam ise Selanikli, onun ailesi de Büyük Selanik Yangını sonrası İstanbul’a gelmiş. Annem ve babam, burada tanışıp evlenmiş.

Ben eğitimimi önce Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nda, ardından Özel Hürriyet Lisesi’nde aldım. 1977’de İstanbul’da çok çatışmalı bir ortam olduğu için üniversiteye gidemedim. Önceleri Büyükada’da parfüm dükkânım vardı. Askerlikten sonrası muhasebe alanında çalışmaya başladım ve 19 sene muhasip olarak görev yaptım. Çöküşüm bir gecede oldu. İşimi kaybettim. Ayrıca aynı dönemde annem Şişli’de yaşadığı apartmanın merdivenlerinden düşerek hayatını kaybetti. 1999’da her şeyimi kaybettim. 

Fotoğrafçılığa ise askerlikten sonra 1983’te amatör olarak başladım ve 1989’dan beri Büyükada ve İstanbul’da birçok sergi açtım.


Fotoğrafçılığa amatör olarak başladığınızı biliyoruz. O dönemde nelerin fotoğrafını çekiyordunuz? 

Çocukları, Büyükada hayatını ve genelde Türkiye’deki tarihi yerleri siyah-beyaz olarak çekiyordum. Ama bir belgesel ya da proje yapmıyordum. Sadece Bursa’ya yakın Ulubat Gölü ile ilgili bir proje başlatmıştım. O projeyi de bitiremedim o dönem. 1990’da bir gün, en yakın arkadaşlarımdan fotoğraf tarihi ile ilgilenen Seyit Ali Ak, fotoğraf tarihçisi olmamı önerdi. Ben de o zaman fotoğrafçılığı bırakıp fotoğraf tarihi üzerine çalışma kararı aldım. Bunu 20 sene kadar yaptıktan sonra, 2010’da bu işi sona erdirmeye karar verdim, çünkü Türkiye’de fotoğraf tarihine ilgi duyan çok insan yoktu. Yıllardır topladığım kitaplardan oluşan kütüphanemin bir kısmını sattım, bir kısmını da bağışladım. Böylelikle, kütüphanemin bir kısmı şimdi Adana’da Altın Koza Sinema Müzesi’nde sergileniyor ve odalardan birinin ismi Alberto Modiano Fotoğraf Kütüphanesi.

Peki ‘Zaman ve Mekân İçinde Musevilik’ kitabına getiren süreç nasıl oldu?

1999’da işimi kaybedince, muhasip olarak çalışmak için Türkiye’de  birçok yere baktım ama bir şey bulamadım. Eşimin arkadaşlarından biri Türk Hava Yolları Skylife dergisinde çalışıyordu. Eşim, derginin biraz fotoğraftan, biraz muhasebeden anlayan birini aradıklarını duyunca, görüşmeye gitmem için ısrar etti. Böylelikle Skylife dergisinde çalışmaya başladım. Bir ay sonra bir fotoğraf bankası, koordinatör olarak çalışmamı teklif etti, böylece 3 yıl boyunca orada çalıştım.

2003’te ise Neve Şalom Sinagogu ve Hahambaşılık onlarla birlikte çalışıp fotoğraf çekmemi istedi, çünkü fotoğrafçıları 90 yaşındaydı, yani yeni ve dinç birine ihtiyaçları vardı. Benim için iyi olabileceğini düşündüm. Akabinde, Yahudi cemaati fotoğrafçısı olarak çalışmaya başladım. Çalışmaya başlamamdan dört ay önce, sinagoga yönelik bir terörist saldırı düzenlenmişti. Yani, 11 yıldır Musevi Cemaati içinde çalışıyor, fotoğraf çekiyorum. Kütüphanemi Adana’ya vermemin sonrasında arkeolog arkadaşım Emine Çaykırı, neden bir belgesel yapmadığımı sordu. İstiklal Caddesi’ndeki müzisyenlerle ilgili bir belgesel yapmayı planlıyordum. Bunu ona söylediğimde “Lütfen benimle dalga geçme. Sen Yahudi’sin ve biz Musevilik’le ilgili daha çok şey bilmek istiyoruz, bunu başarabilirsin!” dedi. Ben de “Neden olmasın” diye düşündüm.

Bu noktada , belgesel fotoğrafçılığı için özel olarak hazırlanmanız gerekti mi?

Evet gerekti. Belgesel yapmayı öğrenmek için Özcan Yurdalan’ın fotoğraf kursuna tekrar kaydoldum. Böylece projeyi tasarlamaya başladım ve sergiyi açmak için kendime 2-3 yıl verdim. Aynı zamanda, Hahambaşının sekreteri, müthiş bir din bilimci olan Yusuf Altıntaş, bana nasıl çalışılacağına dair bazı bilgiler ve 12 başlık ya da kategori listesi verdi. Bu başlıkların içinde, 55 farklı Yahudi bayramı ve dinî etkinlik vardı. Tüm bu kategorileri fotoğraflamam gerekiyordu. İki sene önce bitirdim ama bu çalışmayı göstermek için gerekli parayı ve birkaç başka şeyi bulmaya çalışırken, insanlar, tüm bu merasimlerde fotoğrafladığım kişilerden bazılarının fikirlerini kayıt altına almamın, ben not alırken onların anıları, mutlu günleri, sosyal hayatları hakkında konuşmalarının iyi bir fikir olacağını söylemeye başladılar. Proje, geçen sene 11 Eylül 2014’te bitti. Karaköy’de Bankalar Caddesi’nin yakınında, kültür merkezine dönüştürülmüş bir sinagog olan Schneidertempel’da bir sergi açtım. Sergi daha sonra İzmir’e Bergama’ya gitti. Bergama da Yahudilik açısından eski ve önemli bir şehir. Buradaki sinagog, UNESCO’nun koruması altına alınacak. Sergi, 5 Aralık – 12 Aralık tarihlerinde Bursa Fotoğraf Festivali’ne gitti. Daha sonra Balıkesir, İzmir, Hatay ve Gaziantep’te sergilenecek.  Zaman içerisinde yurt dışında da sergi alanları bulacağım. Örneğin belki Polonya’da ve belki Romanya’da… Ama her şeyden öte, ben aslında bu sergiyi Edirne’de açmak istiyorum.

Neden Edirne?

Edirne’deki sinagog, Avrupa’nın ikinci en büyük sinagogu. Geçmişte burada 20 bin Yahudi yaşıyordu ve Talmut Tora eğitimi için büyük bir okul vardı. Şimdiyse kimse yok ve zaman içinde sinagog da depremden dolayı yıkıldı. Bu yıl restore edildi ve kültür merkezi olarak tekrardan açılacaktı. Ancak, son dönemde Gazze’deki durum nedeniyle, Edirne Valisi sinagogun tekrar açılmayacağını söyledi. Bense sergimi kültür merkezi olarak Edirne sinagogunda açmak istiyorum.

Kitabınızda, dini gelenekler ve bayramlar önemli bir odak noktası. Yahudi cemaati, din açısından homojen bir toplum. Kitap ve fotoğraflar sadece İstanbul’dan mı, yoksa Türkiye’nin başka bölgelerindeki Yahudileri de gösteriyor mu?

Bir tanesi dışında tüm fotoğraflar İstanbul’dan. Bu tek fotoğraf ise Hatay’da çekilmiş bir Bar Mitzvah fotoğrafı, çünkü merasim yapıldığında oğlanın babası Hatay’da yaşıyordu. Tüm aile ve dostları Hatay’a gitti. Merasimleri Hatay Sinagogu’nda yapıldı, ben de onlarla gidip fotoğraf çektim. Fotoğraflardan da görüldüğü gibi Tora, Hatay’da İstanbul’dan daha farklı. Kitapta ayrıca Avustralyalı arkadaşım Josef Polaros’un çektiği bir cenaze fotoğrafı da var.

Ben hiç ölüm ya da cenaze fotoğrafı çekmedim. İki sene önce annem öldü. Bizim kültürümüzde ailede bir ölüm olduğunda, yas tutanlar fotoğraf çekemez. O günlerde arkadaşım geldi ve annemin cenazesinin fotoğraflarını benim için çekmesini isteyip istemediğimi sordu. Ben de neden olmasın dedim. Kitaptaki fotoğraf, onun annemin cenazesinde çektiği fotoğraf. Ayrıca, bir dini boşanma kağıdı ya da belgesinin Polonya’da çekilmiş bir fotoğrafı da var kitapta. Türkiye’de çekemedim, çünkü burada böyle belgeler yok. Ama Polonya’da bir müzede bir tane buldum ve fotoğrafını çektim.

İstanbul’da hiç cenaze fotoğrafı çekmemenizin nedeni ne?

Hahamlar izin vermiyor, ayrıca aileler böyle zamanlarda üzgün oluyor ve cemaat fotoğrafçısı olarak, cenazede fotoğraf çekmememi isterlerse ricalarına saygı göstermem gerekiyor. Ben bir fotoğrafçıyım. Doğumu, evliliği, yaşamı ve ölümü her an çekebilirim. Ama cenazelere gelince, iş biraz zorlaşıyor... Hahambaşı, benim belgesel fotoğrafçısı olduğumu iyi biliyor ve cenazeleri de çekmemi istiyor ama diğer hahamlar ve bazen Ortodoks Yahudiler, bunu bir saygı meselesi olarak görüyor.

Öte yandan, bazı aileler başta fotoğraflarını yayınlamamamı rica ettiler fakat proje için çektiğim fotoğrafları gördükçe fikirleri değişti. Cemaat için iyi bir şey yaptığımı söylemeye ve fotoğraflarını yayınlamama izin vermeye başladılar.

Yahudi cemaatinin bir üyesi olarak kendi dini gelenekleriniz ve cemaatin günlük hayatı hakkında ne kadar bilgiliydiniz? Fotoğraf çektiğiniz 10-11 sene içerisinde sizde büyük bir değişim olmuştur mutlaka. Hayatınızda gerçekleşen bu değişimden biraz bahsedebilir misiniz?

Öncelikle, belirtmek isterim ki ben dindar biri değilim, ama dinimi kendi başıma yaşarım, evde kendim için dualarımı okurum. Her bayramda, Pesah ve Roş Aşana’da, masada ailecek hep birlikte olmaya çalışırız, çünkü biz küçük bir cemaatiz ve bence, bu bayramlar vesilesiyle aile olarak daha sık bir araya gelmek bizi daha güçlü kılıyor. Dinimizle ilgili çok fazla kitap okuyordum. Bar Mitzvah seremonisinden ve Tora eğitimimden beri, İbranice okuyor ve yazıyordum. Ama zamanla unuttum. Bu proje aracılığıyla bilmediğim çok şey olduğunu gördüm ve yeni şeyler öğrendim.

Ne gibi? Şaşkınlık yaşadığınız da oldu mu?

Bir bakıma oldu. Örneğin kitapta Birkat Halevana’nın bir fotoğrafı var. Musevilik’te bir ay, 28 gündür. Her 28 günün ardından, ayın ilk gününde, Şabat sonrası dolunay olduğunda, cemaat dışarı çıkar ve ay için dualar okur. Buna Birkat Halevana denir.

Bu özel bir ay mı?

Her ay özel! Harika olan şey, kitap ve sergi için hazırlanırken en son çektiğim fotoğrafın Birkat Halevana fotoğrafı olmasıydı, çünkü bu fotoğrafı 3 yıl boyunca çekememiştim. Geçtiğimiz Şubat çekmeyi planlamıştım. Ama cemaatin her ay Cumartesi akşamı ibadet için toplandıkları zaman hava ya yağmurluydu ya da bulutlu. Nisan’ın büyük kısmında fotoğraf çekmek mümkün değildi. Mayıs ve Haziran’da da öyle. Ne zaman çekmek istediysem, hep yağmur yağdı. Temmuz’da Büyükada’ya gittim ve Büyükada Sinagogu’nda bu ritüel gerçekleştiriliyordu. En sonunda fotoğrafını çekebildim ve bu da projenin son fotoğrafı oldu.

Yahudi ailelerin günlük yaşantılarıyla ilgili yapmak istediğiniz başka projeler var mı?

İstanbul’daki Musevi ailelerin sosyal hayatlarını ve bazı Yahudi şahsiyetleri içeren yeni bir projeye başlamak üzereyim. İzmir’e de gideceğim. Bu projede Yahudi cemaatinden sanatçıların yanında, özel koleksiyoncular da olacak. Aynı zamanda, Türkiye’de ilk olarak Yahudi kadınların başlattığı mesleklerle ilgili bir diziye de yer verilecek. Mesela tanışıp fotoğrafını çektiğim bale öğretmeni bir kadın var,  üç nesildir nineden toruna kadınları yetiştiriyor. Bu çok önemli. Yeni projede multimedya filmler de olacak. Eskiden, Los Paşaros Sefaradis isminde Ladino şarkıları söyleyen bir müzik grubu vardı. Bu grubun üyelerinden birisinin dairesinde çok büyük bir müzikal enstrüman koleksiyonu var. O dairede de  fotoğraf çekeceğim, çok ilginç olacak. Bir de İstiklal Caddesi’nde Kelebek Korse Evi var, biliyorsunuz dükkânını kapatmak zorunda. Onun fotoğraflarını çekmeyi planlıyorum. 2-3 yıl içinde bu projeyi bitirip üçüncü projeme başlayacağım. Bu projem ise İstanbul’u terk eden ve şu an örneğin İsrail veya Hollanda’da yaşamakta olan Yahudilerle ilgili olacak. Bunların yanında Yahudilikle ilgili olmayan küçük projelerim de olacak. Bir örnek vermem gerekirse, bir kulüp için fotoğraf çekerken Çerkezköy’de yaşayan ve tarımla uğraşıp inek yetiştiren bir kadınla tanıştım. İstanbul’dan 12 yıl önce ayrıldı. Küçük bir tarla ve birkaç inek almıştı. Şimdi yüzden fazla ineği var. Doğal süt üretiyor. Böyle bir insanın hayatı önemli bir belgesel olabilir. Bu gibi projelerim olacak.

Bundan sonrası için dünyaya dağılmış Yahudilere ilişkin neler yapmak istiyorsunuz?

Bildiğiniz gibi, Hrant Dink Vakfı bu sene sanatsal projeler için Ermenistan’a seyahat bursu veriyor. Yerevan’daki Yahudilerin hayatı ile ilgili bir belgesel yapmak için başvurumu yaptım. Şu an Ermenistan’da 750 Yahudi var. Bu aynı zamanda Yerevan ile ilgili de bir belgesel olacaktı. Başvurum kabul edilmedi, benim için sorun değil. Aynı zamanda, Romanyalı Yahudilerle iletişime geçmek istiyorum. Cemaat ile ilgili bir kitap yayımlayacaklar. Belki bununla ilgili bir belgesel yaparım. Ayrıca, Bulgaristan’daki Yahudi cemaati ile ilgili Plovdiv’de biraz çalışacağım. Burada sadece 350 Yahudi yaşıyor, annemi kaybettikten sonra onunla ilgili bir kitap yapmaya karar verdim. Belki genel olarak  Bulgaristan’daki Yahudi cemaatini fotoğraflarım, orası aynı zamanda annemin ülkesi.

Bu kitabın belgesel niteliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Baskı öncesi Ara Güler kitabımı gördü ve “Ne iyi! Bizim cemaatimizde Türkiye Ermenilerine dair bu kadar iyi bir kitap yapan kimse yok” dedi. Bu benim için büyük bir onur. Gelecek nesiller için iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum, çünkü cemaatimiz gittikçe küçülüyor. Projeye başladığım zaman Türkiye’de 33 bin Musevi vardı, şu an ise yalnızca 14 bin-15 bin Yahudi, var. Yeni nesillerde cemaatler arası evlilikler artıyor ve giderek daha fazla Yahudi Türkiye’yi terk ederek İsrail’e ve başka ülkelere gidiyor. 10 yıl içinde belki de çok daha küçük bir cemaat olacağız. Bu yüzden gelecek için bir iz bıraktığımı düşünüyorum. Belki Polonyalı fotoğrafçı Roman Wihniac’ı bilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bütün fotoğraflarını ardında bırakarak ABD’ye gitti. Daha sonra Polonya Yahudileri ile ilgili kitabı yayımlandı ve şu an fotoğrafçılık dünyası için tam anlamıyla bir hazine. Bu fotoğraflar aracılığıyla, şu an var olmayan bir cemaate ilişkin birçok şey gördük ve ben de buna benzer bir çalışma yaptığımı hissediyorum. Bu çalışmada 55 farklı Musevi geleneğini kapsayan 4 ana kategori ile ilgilenmem gerekti. Her şeyi ele almayı kabul ettim ve işler yolunda gitti. Yahudiliğin dinî kısmı tamamlandığı için çok mutluyum.

Cemaatinizdeki diğer fotoğrafçılar neler yapıyor ?

Yaklaşık 10 tane fotoğrafçı olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan İzzet Keribar, İstanbul ve Anadolu’daki sinagogları fotoğrafladı ve çalışması mimarlıkla ilgili kitaplarda yayımlandı. Bu fotoğraflarda insan yok, sadece sinagogların mimarisi var. Benim kitabımda insanlar ve onların hayatı var. Fotoğraflarımda cemaati ve insanları, gelenekleri ve bayramları kutlarken, dua ederken ve benzeri durumlarda görebilirsiniz. Bu da çok önemli bir şey.

Kitapta gördüğümüz tarz çalışmalarla ilgilenen daha genç fotoğrafçılar var mı?

Var. Son 4 senedir benimle çalışan, Neve Şalom Sinagogu’ndaki düğünlerin fotoğraflarını çeken genç bir kadın meslektaşım var.  Şimdilik iki kişiyiz ama o henüz çok genç. Benim fotoğrafçılığım yaklaşık 30 yaşında. Fotoğrafçılığa 10 sene daha erken başlasam daha iyi olurdu, diyebilirim. Fotoğrafçılıktaki ilk yıllarımda, Büyükada’daki Yahudilerin günlük hayatına ilişkin bazı çalışmalar yaptım. Ama şimdi dönüp baktığımda, artık aynı şekilde var olmayan bir hayatı yakalayabilmek için, fotoğrafçılığa 10 yıl daha erken başlamış olsam harika olurdu, demek geliyor içimden.

‘İnsanlar yoksa, gelecek nesiller ne olacak?’

Siz Yahudi cemaatinin bir parçasısınız. İçinizde ayrı bir cemaate aidiyet hissi her zaman güçlü oldu mu?

Şunu söyleyebilirim; ben, Yunanların, Ermenilerin, Musevilerin ve Müslümanların olduğu bir lisede okudum ve onlar benim için arkadaşın ötesinde kardeş gibiydiler. Artık hepimiz büyüdük, buluştuğumuz zaman birbirimize “Nasılsın kardeşim?” diye sesleniriz. Dinî bayramlarımızda karşılıklı olarak birbirimizi arayıp kutlarız.

Öte yandan Yahudi kimliğimden ötürü askerlik benim için çok zor, çok kötü geçen bir süreç oldu. Bu anlamda kimliğe atfedilenlerin olumlu, olumsuz farklı yüzleri var.

Türkiye’deki Yahudi cemaati giderek küçülüyor. Cemaatin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bunu düşündüğümde hissettiğim duygunun adı panik. Türkiye’de cemaat olarak Türkçe konuşuyoruz. Oysa bizim büyüklerimiz Ladino konuşuyorlardı. Bizim de Ladino ile büyüyeceğimiz gibi bir hayalleri vardı, ama gerçek çok farklı. Örneğin, UNESCO Ladinoyu tehlike altındaki dillerden biri olarak ilan etti. Ladino kullanımı zamanla sona erebilir. Tamam, sinagoglarımız var, bir hastanemiz ve bir okulumuz var. Ama insanlar yoksa, gelecek nesiller ne olacak?

Bu çalışmada, 55 farklı Musevi geleneğini kapsayan 4 ana kategori ile ilgilenmem gerekti. Her şeyi ele almayı kabul ettim ve işler yolunda gitti. Yahudiliğin dinî kısmı tamamlandığı için çok mutluyum.



Yazar Hakkında