Cengâver ve korkusuz Ermeni olmak

“Söyleyebilir misiniz değil, söylemek yürekliliğini gösterebilir misiniz?”
Dostoyevski

Bazen yüreklilik gösterdiği ve alışılanın aksine davranabildiği için ‘anormal’ bulunur insan. Normal olmadığı, ismine yapışır. Nadya Uygun’la, isimleri ve başkalarına normal gelmeyen ‘öteki’ davranışları üzerine söyleştik.

Ne demek ‘Nadya’?

Umut ve/veya gelecekteki ışık demek. İtalya, İspanya Fransa, Rusya ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaygın bir isim… Slav dillerinden ve eski Yunancadan geliyor. Eski Yunancadaki ‘elpis’ (umut) sözcüğünün Slav dünyasına bire bir tercümesi... En çok Ruslar arasında kullanılıyor. Lenin’in eşi de Nadia (Krupskaya). Esas hali onlarda ‘Nadejda’ imiş, kısa versiyonu Nadia olmuş. İsmin orijinali tabii ki ‘i’ ile, yani ‘Nadia’ olarak yazılıyor. Ancak ben bir Türkiyeli olarak, ismimin telaffuz edilirken deforme edilişine tahammül edemediğimden, bana ‘Nadiya’ demesinler diye, ‘y’ harfli halini kullanmayı tercih ettim.

İsminizdeki ‘i’ harfini değiştirmek için dava mı açtınız?

Yok, dava açmadım. Bir şekilde, ben ilkokuldayken nüfus kâğıtlarımız değişti. Kendimi bildim bileli, nüfus kayıtlarında ismim ‘y’ ile yazılıyor...

Bu ismin size verilişinin nasıl bir hikâyesi var?

İsmimi babam Arsin (Arsen) Uygun koymuş. Bir romandan esinlenmiş. Maalesef romanın adını bilmiyorum ama Nadya, babamın sevdiği bir roman kahramanı. Son derece romantik ama aynı ölçüde sağlam ve yılmayan mücadelelere girmiş bir karaktermiş. Babam ondan çok etkilenmiş, “Kızım da böyle olsun” demiş. Roman Jules Verne’in ‘Michel Strogoff’u olabilir, Nadia da oradaki Nadia Fedor... Emin değilim. Babam hayatta değil, o nedenle bu sorunun yanıtı yok.

O bilinmeyen romandaki kadına benziyor musunuz? İnsanların isimlerini taşıdıkları kişilere, karakterlere benzediğine inanır mısınız?

Evet, buna inanırım. Ama bu yetişme, yetiştirilme tarzına da bağlı. Ve evet, babama göre, ismini taşıdığım kahramana benziyormuşum, ancak kendisi de beni öyle yetiştirdi. Bir örnek vereyim: Bizim ailede, çok insanî bir duygu olan korku ayıp sayılırdı. Yani mesela ben Ermeni olduğum için çekinme, korkma, sinme ve geri durma gibi bir şey yaşamadım. Bu bana öğretilmedi. Babam bana hiç “Aman, sen Ermeni’sin, başını belaya sokma” demedi, onun yerine benim bunu kendi kendime öğrenmemi sağladı. Yurttaşlık Bilgisi dersinde okunur ya eşit yurttaşlık, vatandaşlık hakları vs., ben de buna inanmış bir çocuk olarak evdekilere hep eşit vatandaşlık nutukları atardım. Ev halkı yorumsuz şekilde birbirine bakar, müstehzi biçimde tebessüm ederdi.

O yıllarda hariciyeci olmayı düşünürdüm, sonradan öğrendim ki bir Ermeni ancak kâtipliğe kadar yükselebilirmiş. Şunu da hiç unutmam: Bir gün bahçede duran arabamıza hırsız girdi, pikabı çaldı. Babam bana dedi ki, “Hadi bakalım, karakola gidip bu durumu ihbar et, eşit yurttaş olarak.” Hafifçe dalga da geçiyordu. Sonra beni karakola götürdü, 3. Levent Karakolu’na. Kendisi içeri girmedi. Ben işte o gün tam olarak ‘öteki’ olduğumu idrak ettim. 

Nasıl, neden?

14 yaşındaydım. Komiser bana, nereden geldiğimizi sordu. Ben de, “Biz 350 yıldır buradayız, daha öncesini araştıramadım. Siz nerden geldiniz asıl?” dedim. O da bana, “Peki, adın niye böyle?” dedi. “Çünkü ben Ermeni’yim, bu ülkede sadece siz yoksunuz” dedim. Baktı komiser, çocuk normal (!) değil, ha hu deyip, işleme soktu hırsızlığı. Bu benim için çok önemli bir dönüm noktasıdır. 

‘Normal olmama’ nasıl bir hal? Sadece Ermeni olmakla ilgili değil, karakolda başkaldırabilmekle de ilgili galiba...

Evet, annem, babam beni böyle yetiştirdi – cengâver ve korkusuz olmak, Ermeni olduğunu saklamadan hakkını aramak... Babaannem Viktorya, babamın tam tersine, hep “Aman öne çıkma, atlama” derdi, çünkü kendisi soykırımı yaşamış, roman olacak bir öyküyle hayatta kalmış biri. Bazılarınca normal bulunmayan davranışlarımın sebeplerinden biri olan adımı çok seviyorum fakat yıllarca nefret ettim. Türkiye’de adımı söylediğimde bana gökten inme yaratıkmışım gibi bakılmasından çok rahatsız olurdum. Hatta bunalıma girerdim çocukken, farklı olmanın sancılarını her gün, hem de çirkin biçimlerde yaşamak acı verirdi. Ortaokul yıllarında ilk kez katma değer vergisi uygulanmaya başladığında, benim de bunalımım doruğa çıktı. Malum, alışverişte ilk kez fiş-fatura verilmeye başladı. Alışveriş sırasında ille de bir isim alınırdı, her seferinde adımı söylemek ve arkasından olanlar beni çok öfkelendirirdi. Bir kere, bir Allah’ın kulu bile doğru anlamazdı. Nadiye, Nadire diye, ismimin Türkleşmiş versiyonları yazıldığında ille de düzelttirirdim. Sonra da, “Kimsin, yabancı mısın, nerden geldin?” üçlemesi başlardı! Sonunda bıktım ve sokakta, mağazada, her sorana “Adım Hülya” demeye başladım. 

Yurtdışında yaşamaya başladığınızda, isimlerimiz nedeniyle içine düştüğümüz bu durumları nasıl değerlendirdiniz? Fransa’da, Amerika’da farklı bir isme sahip olmakla, Türkiye’de farklı bir isme sahip olmak arasında nasıl farklar var? 

Paris’te öğrenciliğim sırasında adımla ilgili hiçbir sorun yasamadığım için çok mutlu oldum. Üstelik çok da güzel telaffuz ediyorlardı, son ‘a’yı inceltip hafif yayarak... Sonra, öğrenciliğimi sürdürdüğüm Londra ve son 23 yıldır yaşadığım ABD’de böyle bir sorun yaşamadım ve insanların bu konudaki hassasiyetlerini gördüm. Adımla ilgili sorun hiç yok ama soyadımı söylemeden sorarlar, “Nasıl telaffuz edelim?”Bu çok büyük bir fark aslında, birçok şeyin göstergesi. Ve belki de Türkiye’ye neden dönmediğimin, dönmeyişimin özeti, bir yanıtı.

Türkçe olan soyadınızın da bir öyküsü var mı?

Var, hem de son derece banal bir öyküsü var! Bizim esas soyadımız Seferyan. Zorla soyadlarımızı da değiştirdiler ya… Soyadları değiştirilirken, büyükamcamız Bedros Seferyan nüfus idaresine gitmiş, istediği isimlerin hep alınmış olduğunu görünce tepesi atmış ve “Uygun bir şey verin bari” demiş. Nüfus memuru da son derece yaratıcı (!) biriymiş ki, “Uygun” yazıvermiş. Bu yazılanlar aslında nasıl da önemli! Çünkü Türkiye’de ‘öteki’ olmak, farklı bir ada sahip olmak cehennemle eşdeğer; doğumdan ölüme mücadele demek. Yaşadığım ülkelerde ise bunun bir önemi yok. Buralarda yaptığınız işe bakarlar, insan olarak size bakarlar. Onların ayrımcılığı asla Türkiye’dekine benzemez, asla ırkçılık boyutuna inmez. Hakkınızı aradığınız

zaman bir konuda, kimse size “Ermeni’nin sözüyle” diye başlayan bir cümle kurmaz. Sadece çok başarılı olup da onları silip süpürdüğünüz zaman, örneğin iş hayatında, kıskançlıkla karışık, ‘yeni gelen göçmen’in (çünkü kendileri eski göçmen, herkes göçmen) başarısını azıcık zor kabul ederler.

Kategoriler

Toplum

Etiketler

İsimler Hikayeler


Yazar Hakkında