Karabağ güncesi: “Bir koğuşa hapsedilmiş gibi”

Karabağlı Ermeniler kaderine terk edilmiş durumda. Uluslararası basının ve kamuoyunun çoğunlukla görmezden geldiği, görmediği bölgeden insan hikâyelerini okurlarımızla buluşturmaya devam ediyoruz.

Sekiz aydır abluka altında olan Karabağ’daki Ermeni halkına bir aydan fazla süredir herhangi bir gıda veya tıbbi yardım ulaşmıyor, bölgeden çıkışlar tamamen durdurulmuş durumda. Her günlerini hayatta kalma mücadelesi olarak değerlendiren gazeteci Siranuş Sargsyan, Stepanakert’te abluka altında yaşamını, yaşadıkları zorlukları anlatıyor, dayanışmanın yanı sıra terk edilmişlik duygusunun ağırlığına değiniyor.

Bulunduğunuz yerden her gün sosyal medyada paylaşım yaparak insanları bilgilendiriyorsunuz. Bunu yapmaya ne zaman, nasıl başladınız?

2020’deki İkinci Karabağ Savaşı sonrası gazeteci olarak çalışmaya başladım. Uluslararası gazetecilerin buraya gelişi çok zorlaştı. Savaş sonrası henüz bu abluka başlamadan da abluka altına alındığımızı hissediyordum. Bilgi ablukası altındaydık. Dışarıda, uluslararası platformlarda bizi bilmiyorlar, ne yaşadığımız hakkında fikirleri yok. Artsakh’ta ise uluslararası izleyiciye hitap edecek bir medyamız yok. Savaştan sonra buradaki hayatı anlatmaya karar verdim.

Bir yandan da Twitter’ı günlük gibi kullanmaya başladık. Gün içerisinde paylaşım yapıyorum, çektiğim fotoğrafları yüklüyorum. Oradan günbegün bu ablukadaki yaşamı, değişen modları görmek mümkün.

“Her günümüz hayatta kalma mücadelesine döndü”

Stepanakert abluka altındayken, şehirde bir gününüz nasıl geçiyor?

Size şu an cevapları kaydederken arkadan jeneratör sesi geliyor. Sabah uyandım, elektrikler yoktu. Sabahları kahve içmeyi çok severim. Güne başlamadan önce düşünmeye, günü planlamaya ayırdığım bir zaman dilimi. Bugün uyandım, elektrik yok, doğalgaz da yok, biliyorsunuz. Şimdi evde duruyor ve bu soruları cevaplıyorum. Kahve içemiyorum, işlerim için dışarı çıkacağım. Kahve içmeyi bir kenara bırakalım, duş almak mümkün değil. Şimdi havalar sıcakken soğuk suyla duş almak mümkün ama yaşadığımız koşulları tarif etmek istiyorum. Elektrik her gün aynı saatte verilmiyor. Yarın belki şanslı olurum ve sabah kahve saatime denk gelir.

Günüm işe gitmekle başlıyor. Bu iş artık umursamadığım, sadece yaptığım iş haline geldi. Onun dışında insan hikâyelerine, bunları paylaşmaya önem vermeye başladım. Yiyecek için sıra bekliyoruz. Bu artık rutinimiz. Orada iki çocuklu anneleri devletin verdiği gıda yardımı için saatlerce sırada beklerken görüyorsun. İnsanların yolları bu sıralarda kesişiyor. Sonuçta hepimiz beslenmek zorundayız.

İnsan bu gündemden kopmak da istiyor. Sekiz ayda belki birkaç kere arkadaşlarla bir araya geldik. Ama o buluşmalarda bile içine düştüğümüz durum dışında bir şey konuşamadık. Her günümüz hayatta kalma mücadelesine döndü. Bir sonraki güne geçme mücadelesi... Hepimiz için.

Abluka bütünüyle başlamadan önce, Rus askerleri gıda getiriyordu. En azından temel yiyeceklere erişimimiz oluyordu. Şimdi bölgeye hiçbir gıda girmiyor. Belki kaba duyulur ama içinde bulunduğumuz durumu ava benzetiyorum. İnsanlar sabah ava çıkar. Burada da insan ilk, temel ihtiyaçlar için ava çıkıyor sabahın erken saatlerinden itibaren. İnsanlar kuyrukta bekliyor ve yiyecekler herkese yetmiyor. Üstelik kuyrukta beş saat beklemen, sıra sana geldiğinde yiyecek alabileceğin anlamına da gelmiyor. Elin boş da dönebiliyorsun. Bu aylarda köylerde sebze bulunuyor. Az da olsa var. Ama benzin yok ve insanlar olanı da şehre getiremiyor. Et için de aynısını söyleyebiliriz. Ulaşım yok. Mevcut ürünler varsa da inanılmaz pahalı.

Abluka ve beraberinde getirdiği zorluklarla birlikte gıdaya, tıbbi yardıma erişememek en çok hangi grupları etkiliyor?

Ablukadan dolayı 14 bin kişi işsiz kaldı. Ocaklarda çalışanlardan taksicilere kadar her sektörde işsizlik başladı. Yeterince beslenemediği için sağlık sorunları yaşayan insanların sayısı giderek artıyor. Hepimizi savunmasız grup olarak görüyorum. Hepimizin durumu çok hassas ama kalabalık aileler, hamileler, yaşlılar için hayat burada özellikle çok zor. Yaşlı bir kadın görüyorsun, ayağı varisler içinde, şişmiş, yürümemesi gerekiyor ama yemek bulma umuduyla saatlerce yürümek zorunda kalmış.

Belki şaşırtıcı gelecek ama insan bu zorluklarda her gününe, her anına daha çok değer vermeye başlıyor. Bu kadar tehlikenin olduğu günlerde yaşayabildiğim her günü çok anlamlandırıyorum. Çocuklar için çok üzülüyorum. Kız kardeşimin oğlu beş yaşında. Babasını savaşta kaybetti. Onun etkilenmemesine çok önem veriyoruz. Hafta sonu onunla zaman geçirmeye çalışıyorum. Hissetmesini istemiyoruz ama bir yandan da mümkün değil. Ona şeker almak bile çok zor. Bir yerden sakız veya çikolata bulup gittiğimde öyle mutlu oluyor ki... Eskiden her şey vardı. Bunu önemsemiyordun ama şimdi böyle şeyleri önemser, bunlara sevinir hale geldik.

Abluka başladığından bu yana en çok gıda meselesi konuşuluyor. Yiyecek bulmak dışında ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?

Yukarıda anlattıklarım, abluka altında yaşamın sadece bir yüzü. Hepimize en ağır gelen şey giderek derinleşen belirsizlik. Yarın ne olacağına dair hiçbir fikrimiz yok. Durum her geçen gün daha tehlikeli de bir hâl alıyor. Eskiden belirsizliğin ucunda olumlu bir beklenti vardı, şimdi tehlikeyle karışık. En berbatı da hapsedilmiş olmak. Binamızın etrafını silen temizlik görevlisi her sabah iş için uzun yol yürüdüğünü ve işe başlamadan yorgun olduğunu söyledi. İşi bittiğinde yemek bulmak için yine çok uzun yürüdüğünü, sonra da eve gittiğini anlattı. Onun benzetmesiydi bu. Hapishanedeymiş gibi hissediyormuş. Bu, hepimiz için geçerli. Bir binada hapsedilmiş değilsin, çıkıp yürüyorsun ama daha geniş anlamda bir hapishanedesin. Bu duygu bize en ağır gelen şey. Kahve içemiyoruz, yemek bulmakta zorlanıyoruz evet ama asıl, özgürce seyahat etme hakkımızın elimizden alınmış olması çok ağır hissettiriyor. Yerevan’a çeşitli sebeplerle gitme ihtiyacımız oluyor. Eğitime kabul edildim örneğin ama gidemedim. Neden? Çünkü duvar örülmüş. Kalkan var sana engel olan. En temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya izin vermedikleri gibi özgür bir şekilde yürümemize, hareket etmemize de müsaade etmiyorlar. Bir koğuşa hapsedilmiş gibiyiz. Özgür bir şekilde nefes bile alamıyoruz.

‘Squid Game’ gibi’

Tehlikeli bir hâl alıyor dediniz. Abluka altında tutulan insanlarda korku var mı?

“Yok” demek yalan olur. Özellikle çocuklarını düşünen annelerde... Eşleri sınırda asker olan kadınlar var. Sınırda bulunan köylerde devamlı silah sesi duyuluyor ve her seferinde insanlar savaşın tekrar başladığını düşünüyorlar. Seslerden korkar hâle geldi herkes. Çocuklar silah sesi duyduğunda yere yatıp o şekilde kendilerini eve atıyorlar. Bu korkudan dolayı, yavaş yavaş artan baskı ile bir yandan da insanlarda direniş artıyor. Geldiğimiz noktada doğalgazı, yolu, elektriği kesmek bir yana, insanlar aç bırakılıyor. İnsanlar köylerde devamlı ateş altında kalma korkusuyla, eve döneceğinden emin olmadan tarlasını ekip biçmeye gidiyor. Ama her gün bu korkuya rağmen bunu yapıyorlar. Kore dizisi var, ‘Squid Game’ diye. Onun gibi hissediliyor. İnsanlar bizlere bahis oynamış ve ne yaptığımızı, bu koşullarda nasıl hayatta kaldığımızı gözetliyorlar.

‘Umut verici bir şey göremiyorum’

Peki, bu duruma psikolojik olarak nasıl dayanabiliyorsunuz?

Nasıl dayandığıma dönem dönem ben de şaşırıyorum. Buradaki insanlarla fikir ayrılıklarımız olsa bile artık aile gibiyiz. Dayanışma içindeyiz, bu dayanışma olmadan yapamayız. Kuaförüme evde sıvı yağı ve deterjan olmadığını söyledim. Çocuklarım olmadığı için yardım da alamıyorum. Sonraki gidişimde bana aldığı yardımdan sıvı yağı ve deterjan ayırmış, bana verdi. Bu dayanışma olmasa hayatta kalamayız. İnanılmaz zor duruma düşmüş ve birbirine destek olan bir aile gibiyiz.

Neyi beklediğimizi bilmiyorum. Umut verici hiçbir şey göremiyorum. Bize gösterilen kayıtsızlık çok acı veriyor. Uluslararası mahkeme kararı, bazı açıklamalar; bunlar boş laflar maalesef. Burada bu ıstırabı biz çekiyoruz. Ermenistan’dan bile yardım gönderilmiyor. Türkiye’deki depremde Ermenistan, Türkiye ile olan kapalı sınırı aştı ve yardım götürdü. Bizim durumumuzda yapamıyorlar.

‘Hayatımızın Azerbaycan petrolü kadar değeri yok’

Temel ihtiyaçlardan yoksun, özgür bir şekilde hareket edemeyen Stepanakert halkının ruh hali nasıl? Korku ve belirsizlik dışında siz neler hissediyorsunuz?

Terk edilmişlik duygusundan bahsetmek istiyorum. Sahipsiz bir halde, dünyanın görmezden geldiği, bakmadığı bir yerdeyiz. Yokmuşuz gibi davranıyor herkes. Ne Rus barış gücünün gerçekten bizi koruduğunu görüyoruz, ne Batı dünyasından bir tepki, ilgi görüyoruz. Özellikle Batı’dan beklentiden bahsediyorum çünkü o coğrafyada bir demokrasi iddiası var. Ancak bugün tam tersini görüyoruz. O aynı Batı’dan gelen aynı gazeteciler bugün, Dünya Basın Günü diye, bizden 10 kilometre ötede dünyanın en büyük diktatörlerinden biriyle oturabiliyor. Eğleniyorlar, ziyafet var. 10 kilometre ötede insanlar açlığa terk edilmişken bu gazeteciler oradaki ziyafetin fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gazetecinin buradakilerin nasıl hayatta kaldığına dair soru sorması gerekirdi. Dünyaya olan biteni tanıtmak, anlatmak istiyorsan bizim durduğumuz yeri de merak ediyor olmalısın. Batı ülkelerinin yöneticileri bizi zaten unutmuş, görmezden geliyor. Onların Azerbaycan’dan çıkarları var, başka dinamikler var. Bunun farkındayız. Hayatlarımızın Azerbaycan petrolü kadar değerli olmadığının farkındayız. Ama bu aldırmayış sadece üst düzey bürokrat çevrelerden değil, aynı ülkelerin sivil toplumu, medyası da bunun bir parçası. Terk edilmişlik ve hiçe sayılmışlık duygusu giderek ağırlaşıyor.

Siranuş Sargsyan

Artsakh’ın Martuni bölgesinde bulunan Sos köyünde doğup büyüdüm. Buradaki standartlarımıza göre epey büyük bir köy. Amaras Manastırı’nın yakınlarında yer alıyor. Çocukluğum orada geçti. Köyün, Birinci Karabağ Savaşı yıllarından önce, Sovyetler döneminde çok hareketli ve zengin bir yer olduğunu çok net hatırlıyorum. Sonra, savaşla birlikte oradaki renkli hayat bitti. Okulu bitirdikten sonra Stepanakert’e taşındım ve Artsakh Devlet Üniversitesi’nde tarih öğretmenliği bölümünü okudum. Ardından hem Stepanakert’te hem köyde çalışmaya başladım. Birkaç yıl boyunca bizim köye yakın başka bir köyde, Maçkalaşen’de Ermeni tarihi dersleri verdim. Yetişkin hayatımın çoğunu Stepanakert’te geçirdim. Öğrenim hayatıma Ermenistan Kamu Yönetimi Akademisi’nde siyaset bilimi ile devam ettim.




Yazar Hakkında