OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Plan seminerlerinin mert generali

Bunca tartışmadan, bunca kavgadan sonra şaşırtıcı olabilir ama darbe davaları hakkında ilk gün ne düşünüyorsam bugün de onu düşünüyorum. Kısaca söylemek gerekirse, bazı askerlerin yönetime el koyma planları yaptığına inandım hâlâ da inanıyorum, ama bu davaların suçluyla suçsuzu ayırarak, hukuk kuralları çerçevesinde yapılacağına inanmadım, umdum ama inanmadım. Zira Türk devlet geleneğinde fırsatını bulduğunda muarızını her yolla yok etmek adettir (“Bizde pusu kültürü var”, deniyor ya, işte onun gibi). Dolayısıyla, devlet içindeki rakip grupların bu davaları bir fırsat bilerek öteki grupları topluca tasfiye etmeye çalışmasında da aslında şaşıracak bir şey yok. Buna bir de, savcısından tesisatçısına kadar bu ülkenin çalışma kültürünün özensizliğini, “kötü işçiliği”ni de eklerseniz ortaya bu davalardaki rezillik çıkıyor.

Kişi bazında, “suçludur-suçsuzdur” demem tabii ki söz konusu olamaz. Bu karmaşa içinde bunu yapması beklenen kurum mahkemedir ama mahkeme, öyle görünüyor ki, “Adı geçen herkes suçlu” ve “Adı geçen herkes suçsuz” dışında bir üçüncü seçeneğe sahip değil! Öte yandan, bu davaların baştan sona uydurma olduğunu ilk gün de düşünmedim, şimdi de düşünmüyorum. Benim veya başka birilerinin kanaati tabii ki mahkeme hükmü yerine geçmez, kişileri “suçlu” kılmaz ve ceza almalarını gerektirmez. Fakat, işin siyasi düzlemde tartışılmasında, siyasetin alacağı istikamette, kimin nereye konumlandırılacağında kanaatler belirleyicidir.

Bu davaların tamamen uydurma olduğunu düşünmememin birkaç sebebi var. Birincisi, Türkiye’nin darbeler tarihi. Fakat, bu basit bir “Tarih tekerrürden ibarettir” mantığı değil. Silahlı kuvvetleri darbe yapmaya sevk eden zihniyet, kültür devam ediyor. Askeri okul mensuplarının yetiştirilme tarzı ve kendilerini konumlandırmaları beklenen pozisyon, “her şeyin üstünde, hami, kollayıcı, düzenleyici” pozisyonu. Bu tabii, yalnız orduyla sınırlı bir zihniyet değil, sivil toplumda da dayanakları var ama “sivil militarizm” başlı başına ayrı bir konu. Dolayısıyla, darbelerin ideolojik altyapısı sarsıldıysa bile hâlâ ayakta.

İkinci sebep, bu davalarda önde gelen isim olarak öne çıkan Çetin Doğan’ın kendisi ve özellikle onun geçen Pazar Habertürk gazetesinde yayınlana röportajda Kübra Par’a söyledikleri. Doğan şecaat arzederken sirkatin söylemiş. Aktif görevdeyken, siyasete yön vermeye çalıştığını, siyasilere telkinde bulunduğunu açıkça söylüyor. Örneğin, AKP iktidara gelince Abdullah Gül’e, “Halk sizi önceden tanıyıp sevdiği için iktidara gelmediniz. Orta sağ çöktü, orta sol aymazlık içinde. Aradan çıktınız, kıymetini bilin. Parti tabanınızda aşırı unsurlar var. Tabanınızı orta sağdaki boşlukla doldurun. Hem siz kazanırsınız hem Türkiye’de demokrasi kazanır. Maalesef görüyorum ki ilk adımlar pek güven verici değil”, demiş. Zannedersin Abdullah Gül’ün siyaset danışmanı! Bu sözler muhatabı tarafından düpedüz tehdit olarak anlaşılabilir. Yorumcuların, sivil toplum örgütlerinin vs. siyaseti etkilemesi, ona yön vermeye çalışması normaldir ve meşrudur ama eli silahlı bir ordu komutanı bunu yapamaz, hele Türkiye gibi darbe sicili kabarık bir ülkede hiç yapamaz. Kaldı ki, herhangi bir siyasi akım veya düşünceyle “mücadele” ordunun işi değil. Mevcut yasalar ne derse desin bu demokratik devlet düzenine aykırıdır. Zaten Doğan da kendisinin ve diğer üst rütbelilerin bu gibi hareketlerini meşrulaştırmak için de başka bir darbenin, yani 12 Eylül’ün yasalarına atıfta bulunuyor! Zihniyet o kadar çarpık ki, askerlerin siyaseti dizayn amacıyla çalışma grubu kurmasında “demokrasiye aykırı en küçük bir şey” görmüyor. Bu zihniyet darbenin planını da, fırsatını bulursa kendisini de yapar.

Üçüncü sebep, plan semineri denen toplantıda geçen konuşmaların ses kayıtları. Herkes bazı belgelerin sahteliğinden bahsediyor ki olabilir, birileri kendi maksatlarınca sahte belgeler üretmiş olabilir. Fakat kimse, ses kayıtları hakkında doyurucu bir cevap veremiyor. Efendim, onlar senaryoymuş. Tamam, senaryo da neyin senaryosu? Mesele burada. O konuşmaların ayrıntılarına ne bu yazı ne de yazı dizisi yeter. Konuşulan, yeri ve zamanı kararlaştırılmış bir darbe olmayabilir ama düpedüz, gerektiğinde, diyelim ki “irticai faaliyetler belli bir haddi aşınca” ordunun yönetime nasıl el koyacağının planlarını yapıyorlar. Üstelik, 12 Eylül’e referansla, “Geçen sefer şöyle yapmıştık, şimdi de şöyle yapmamız lazım” diyerek! Bir yerde bir subay, 12 Eylül’de kimi toparlayacaklarının listesi önceden ellerinde olduğu için tutuklamaları zorluk çekmeden yaptıklarını söylüyor; şimdi ise ellerinde böyle listeler olmadığı için hayıflanıyor ve bunu askerin MİT içindeki ağırlığının azalmasına bağlıyor. Daha üst rütbeli biri de ona hak vererek, EMASYA komutanlarına bu eksikliğin giderilmesi için emir verildiğini söylüyor. Yani olası durumda tutuklanacak sakıncalı isimler listesi yapma peşindeler. Daha neler neler var bu kayıtlarda. Polisin nasıl kontrol altına alınacağından tutun da, kamu görevlerini devralacak askeri personel listesinin oluşturulmasına kadar. Bütün bunlar hangi senaryo çerçevesinde konuşulmuş? Ordu içinde bunları konuşmaya neden gerek duyulmuş? Biz vatandaş olarak bunları ciddiye almak ve korkmak zorundayız. Papatyaların çay partisi değil ki bu!

Tabii, bu davalar sırasında olan suçsuz yere hapis yatan, hatta ölenlere oldu. Fakat birileri, söz konusu dönemde “Orduda hiç kimse ama hiç kimse darbe/müdahale düşünmemiştir, planlamamıştır”, diyorsa, buraya kadar zahmet etmesinler, ben külahımı onlara gönderirim.