OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Aliyev istediğini askerî yöntemlerle aldı. Fakat, hedeflerinin sonuna gelmiş değil. Askerî anlamda güçlüyken bu yolla alabileceğinin azamisini almak istiyor ve bu ‘azami’ye Ermenistan’ın bütünü de dâhil; aslında, Ermenistan’ın topraklarından “Batı Azerbaycan” olarak bahsederek bu niyetini gizlemiyor da. Tüm insan hakları değerlerinin hiçe sayıldığı, güçlünün istediğini alenen yaptığı bir döneme girdiğimizi düşünecek olursak, bölgesel ve küresel konjonktür ve zamanın ruhu da buna uygun.

1990’ların başında akşam haberlerinde Bosna’dan gelen görüntüleri üç-beş dakika görüyorduk ama sonra geçiyordu. Hâlbuki bu sefer gün boyu Gazze’den gelen, hepsi birbirinden korkunç görüntülere arka arkaya şahit oluyoruz. Gazze’deki katliamın hem mekân olarak küçük bir alana sıkışması hem kurban sayısının hızla artması da tabloyu daha vahim hâle getiriyor.

Aaron Bushnell’i böyle bir eylem yapma raddesine getiren duygu ve düşünceleri iyi irdelemek lazım çünkü, ABD’de Washington Post gibi kimi yayın organlarının Bushnell’in “anarşist geçmişinden” dem vurarak onu aşırı bir istisna gibi gösterme çabalarının aksine bu duygu ve düşünceler kesinlikle Bushnell’e sınırlı değil.

Bu ifadenin arkasındaki zihniyet sadece azınlık okulları için değil, genel olarak yanlış, sorunlu bir zihniyet. Söz konusu değerlerin ne olduğuna, nerede başlayıp nerede bittiğine kim karar verecek? Bütün “Türk milletinin” üzerinde hemfikir olduğu “millî, kültürel ve manevi değerler” hangileri? İşin azınlıklarla ilgili kısmına dönecek olursak...

Türkiye hükümeti, İsrail’e lafta karşı çıkıyor, kınıyor ama kendi siyasi gücü ve çıkarları söz konusu olduğunda insan hakları kavramının yıpratılması konusunda aynı yolun yolcusu. Onlarca örnek vermek mümkün. Son zamanlarda Sezgin Tanrıkulu, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Şebnem Korur Fincancı gibi, toplumda bilinen insan hakları savunucularına karşı girişilen sistematik saldırıları da bu minvalde değerlendirmek lazım.

Adalet ya herkes için vardır ya kimse için yoktur. Bazı grupların bazı zulümleri otomatikman ve kategorik olarak hak ettikleri anlayışı topluma öyle bir yerleşmiş, öyle normalleştirilmiş ki, Türkiye bir kanunsuzluk, güçlünün gemisini yürüttüğü şiddet toplumu oldu. Adalet yerine adaletsizlik kurumsallaştı.

1920’ler ve 30’lar boyunca on binlerce Ermeni Anadolu’dan ayrılmak zorunda kaldı ya da gönderildi. Bu dönemde yaşanan, tabiri caizse ağır çekim bir tehcirdir, daha doğrusu tehcirin ağır çekim devamıdır.

Apartheid’ın tanımı hakkında altını çizmemiz gereken ikinci önemli nokta, bunun bir hukuk sistemi olarak var olması gerektiği. Başka bir deyişle, ortada yapılandırılmış, uzun süreler boyunca işleyen, kanun, kararname, genelge gibi resmî metinlerde gözlemlenebilen sistematik bir ayrımcılık olması gerekiyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda, 1920’lerden 1940’lara kadar bu tür ayrımcı bir sistem olduğu konusunda hiçbir şüphe yok.

Patrikhane, tarihte nasıldıysa bugün de bire bir öyle olmak zorunda değil. Gerek mevcut patriğin, gerek bundan sonra o makama oturacakların bir karar vermesi gerekiyor: Ermeni toplumunun temsilcisi mi olacaklar, devletin memuru mu? Fakat burada patriklere de haksızlık etmemek gerek. Onlardan önce bir karar vermesi gerekenler Türkiye’de geçmişten bugüne devleti yönetenler.

Ermeni toplumunun bir temsiliyete ihtiyacı vardır. Bunu takip eden sorular şunlardır: Peki, bu temsiliyet Patrikhane yoluyla olmaya mecbur mudur? Hatta öyle olması doğru mudur, yanlış mıdır? Burada iş biraz daha çetrefilleşir, fikir ayrılıkları ortaya çıkar. Öte yandan, Ermeni toplumu içinde bu hususta var olan fikir ayrılıkları bir yana, devlet de Patrikhane’ye “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” muamelesi yapar. Patrikhane hukuken yoktur ama patrik fiilî temsilci muamelesi görür,