OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

“Öcalan istediklerini vermedi, onlar da kayyum atayarak gözdağı veriyorlar” deniyor. İyi de, tüm o sözleri Öcalan’la konuşmadan mı söylediler, o çıkışları Öcalan’ı yoklamadan mı yaptılar? Bu pek mantıklı değil. Kaldı ki, 25 senedir hapiste tutulan Öcalan veya zaten birçok kayyum darbesiyle karşı karşıya kalan DEM’in fazladan üç kayyumla yılacağını düşünmek de pek mantıklı değil. Başka bir teori de, iktidar bloğu veya devlet içinde normalleşme/açılım hamlesini yapanlar ile kayyum atayanların farklı aktörler olduğu.

“Kürtlerin ne sorunu var ki canım” mealindeki küçümseyen, retorik soru tekrar ortaya atıldı. Sorunun ne olduğuna geçmeden önce söylenmesi gereken şu ki Kürtlerin sorunu olup olmadığına Kürtler karar vermelidir. Hatta, bir grup Kürt bile başka bir grup Kürt’ün sorunu olup olmadığına, bununla ilgili bir talebi olup olmaması gerektiğine karar veremez. Bu, temel insan hak ve özgürlükleriyle ilgili bir sorun ve taleptir. Dolayısıyla, bir kimse kendi haklarından vazgeçiyor diye başkalarının da vazgeçmesini bekleyemez.

Şurası da ironiktir ki, senelerce Öcalan’ı etkisizleştirmeye çalışan, tecrit politikasıyla bu etkisizleştirme operasyonunu zirvesine taşıyan bir siyaset tarzı ve onun yapıcıları, şimdi Öcalan’ın sözünün etkisinden yararlanmaya çalışıyorlar. Bu da onlar adına bir öngörüsüzlük olsa gerek.

Başka zaman Acemoğlu’nun ‘Türklüğünü’ hatırlamayacak, hatta duruma göre ‘Ermeni’ diye en hafif tabirle istiskal edecek olanlar, bu başarıdan sonra onun Türk olduğuna karar verdiler. Türkiye’de, Ermeni kimliğiyle görünür olmanın zorluklarını inkâr edenler, bir anda Acemoğlu’nun “bu toprakların çocuğu”, “bu toprakların ürünü” olduğunu ilan ettiler. İşin aslına bakacak olursanız, Acemoğlu’nun Ermeni veya Türk oluşunun konuyla ilgisi ve önemi sıfır. Nobel, kişinin kimliğine değil yaptığı işe veriliyor. Bununla ilintili olarak, Acemoğlu Türk, Ermeni hatta Türkiyeli diye gurur duymanın da sağlam maddi bir zemini yok. Gurur duyması gerekenler, Acemoğlu’nun bu noktaya gelmesine hayatı boyunca katkıda bulunanlardır.

Türkiye siyasetinde son zamanlarda gündemde olan normalleşme tartışmalarına da dışarıdan bakan biri, olumlu bir süreç işliyor, “Ne güzel, kavga hâlinde olan iktidarla ana muhalefet partisi barışıyorlar” diye düşünebilir. Fakat daha somut sorular sorup daha somut cevaplar aradığımız zaman manzara o kadar da net değil. Türkiye neden ‘anormal’ bir durumda ki normalleşmeye ihtiyaç var? Bu soruları cevaplamaya giriştiğimizde, bana –ve herhâlde birçok kimseye– göre Türkiye’de anormalliğin en büyük sebebi hukuk ve adalet sisteminin tamamen çökmüş olmasıdır.

Asıl ilgi çekici metin Vartuhi Kalantar’ın hapishane anıları. Ekmekçioğlu’nun aktardığına göre bunlar, Ortadoğu’da bir kadın tarafından yazılmış ilk hapishane anıları. Kalantar, kadınlar koğuşunda tanık olduklarını, âdeta saha araştırması yapan bir antropolog gibi, tüm etnografik detayları (tutuklu veya hükümlülerin giysileri, konuşma biçimleri, deyimler, şarkılar, türküler vs.) vererek, canlı bir anlatımla aktarıyor. Zaman zaman kendinizi bir Orhan Kemal veya Sabahattin Ali öyküsü okur gibi hissediyorsunuz. ‘Cüzzamlılar koğuşu’, ‘kibarlar koğuşu’, Kürt Sinemler, Acem Atiyeler, Arap Fatmalar, Muhacir Ferideler, hapishane başhekimi Zati Bey, ve ‘matmazel’ Vartuhi’yle, âdeta bir Osmanlı mikrokozmosu.

Bunları söylediğinizde Türkiye’de geniş bir kesim, katili koruduğunuzu düşünüyor ve sanki onun cezalandırılmamasını istiyormuşsunuz gibi davranıyor. Hâlbuki bunları söylemek o kişiyi değil hepimizin hakkını savunmaktır, çünkü devletin ve onun özellikle kolluk kuvvetlerinin belirli sınırlar ve kurallar içinde hareket etmesini tutarlı biçimde talep etmez ve hayata geçiremezsek, o kuralsızlık bir gün bizim karşımıza da çıkabilir.

Haklarını yemeyelim, yönetim kurulu içindeki bazı üyeler de bu durumdan rahatsızlar ama sanırım gerekli adımları atamıyorlar. Onları engelleyen nedir bilmiyorum. Takip edeceğimiz bir başka konu da bundan bir sonuç çıkıp çıkmayacağı. Umulur ki bu tatsız hadise en kısa zamanda usulünce kapanır ve Ortaköy’ün icraatlarının gölgelemez. Geçen hafta yazımdaki bir ifade sebebiyle hem yönetim kurulundan, hem de yönetim kurulu dışından bana ulaşan bir serzenişe de değinmem ve açıklık getirmem gerekiyo

Başta bahsettiğim bu sorunların sadece Ortaköy’ün sorunu veya sadece Ortaköy’de olan sorunlar olmadığı hususuna gelince, son bir-iki senede yaşanan skandal boyutundaki hadiseler bile bunu göstermeye yeter. İtimat Büro’da olup bitenler, Büyükdere ve Beyoğlu’nun önceki yönetimlerinin uygulamaları, işte Ortaköy... Bunlar alenileşmiş olanlar. Hiçbir vakfın yönetim kurulunu peşinen itham edemeyiz tabii ama tüm bu yaşananlara bakınca insan ister istemez “Acaba diğer vakıflarda da benzer işler oluyor da onlar ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ mı diyorlar?” diye düşünüyor.

Ortaköy S. Asdvadzadzin Vakfı’ndaki duruma dair bazı beyanları geçen hafta Agos’ta okudunuz. Vakıf da resmî bir açıklama yaptı. Bunlardan sonra bir durum değerlendirmesi yapalım. Şüphesiz, bir vakfın yönetim kurulu üyeleri arasında hakaret ve fiziksel saldırı da makul ve maruz görülebilecek işler değil. Fakat, karşı karşıya olduğumuz vakada söylendiği iddia edilen ve belli ki tehdit amacı taşıyan öyle bir ifade var ki işin rengini değiştiriyor, tabiri caizse üst seviyeye taşıyor. O da, tahmin edebileceğiniz üzere, bir üyenin “Ülkücü camiaya yakın olma” üzerinden veya vasıtasıyla başka bir üyeyi tehdit etmesi. Geçen hafta Agos’ta okuduğunuz gibi, söz konusu kişi böyle bir söz söylediğini kabul etmezken, olay sırasında orada bulunan biri onun böyle bir söz söylediğini söylüyor.