OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Çözüm kakofonisi

Hem on maddelik Dolmabahçe deklarasyonundan hem de Öcalan'ın son Newroz açıklamasından sonra aklımda aynı sorunun uyanmasına engel olamadım: "Bu lafların hepsi çok güzel de şimdi ne olacak?" Sorun benim anlayış kıtlığım da olabilir ama öyle değilse, bunca diyaloğa rağmen süreci somutlaştırmakta, netleştirmekte zorlanıyorlar demektir. Bundan da tarafların birbirine karşı oldukça ihtiyatlı olduğu sonucu çıkar. Anlaşılan İki taraf da ötekinden ileri bir adım atmak istemiyor. 

Her iki açıklamadaki kimi cümleleri, olan bitenlerle bir arada düşününce anlamlandırmakta zorlanıyorum. Örneğin, Öcalan'ın şu cümlesi tam olarak ne diyor? : "Umarım ilkesel mutabakata en kısa sürede varıp Parlamento üyeleri ve İzleme Heyeti'nden teşkil eden bir Hakikat ve Yüzleşme Komisyonundan geçerek bu kongreyi başarıyla realize etme durumunu yaşarız." Bu cümleden henüz bir ilkesel mutabakata varılmadığı anlaşılıyor. Peki öyleyse Dolmabahçe neydi? Yoksa burada kastedilen hakikat ve yüzleşme komisyonuna özel bir ilkesel mutabakat mı? Yani bu konuda daha ilkesel bir mutabakat bile mi yok? Ayrıca, "komisyondan geçerek" ne manaya geliyor? Silahları bırakma kararının alınacağı kongre için hakikat ve yüzleşme komisyonun kurulması bir önşart mı? Peki, sadece kurulması yetecek mi yoksa çalışıp çalışmadığına da bakılacak mı?

Cumhurbaşkanı’nın son sözlerini ve hükümetle içine düştüğü ayrılığı da bu manzaraya katacak olursak, çözüm sürecinde vardığımız noktaya maalesef kakofoni demek lazım gelir. Taraflar daha açık, net ve tutarlı olmak zorundalar. Bunu beklentilerini, barış umutlarını yükselttikleri kitlelere borçlular. Gerçi, görünen o ki silahlı mücadeleye dönüş kısa, hatta orta vadede pek olası değil; zira halihazırda silahlı mücadelenin psikolojik altyapısı yok gibi duruyor ki bu da iyi bir şey. Başka bir deyişle, Kürt siyasi hareketi üzerindeki baskı onları silahlı mücadeleye geri döndürecek şiddette değil gibi. Bu noktaya gelinmesinde AKP hükümetinin payı tabii ki vardır ve önemlidir. Fakat aksi yönde, endişe veren işaretler de var. Örneğin, ‘Eşme ruhu’na TSK'dan yapılan itiraz bu açıdan "sinek küçüktür ama mide bulandırır" etkisi yaptı. (Ayrıca, eğer Suriye tarafında herhangi birileriyle işbirliği veya diyalog iddiaları reddediliyorsa o zaman söylenen "Biz kafamıza göre kalktık gittik, kimseye sormadan,  söylemeden el âlemin toprağından bir parçayı işgal ettik" demek olmuyor mu? Eh, inandırıcı olmadıkları söylenemez ama bu da başına buyrukluğun, hukuksuzluğun itirafı olsa gerek.) Büyütmeye gerek olmayan bir açıklama gibi durabilir ama TSK'nın bağımsız bir siyasi aktör olma alışkanlığının hortlama işareti olarak da okunabilir. Nitekim, ben bunu yazdıktan sonra TSK’nın Mardin kırsalında operasyon başlattığı haberleri düştü. Bunu sadece kendi insiyatifleriyle, ‘rutin’ görev olarak mı yapıyorlar, yoksa siyasilerden talimat alıyorlar mı? Zira bu tür hareketler doğrudan çözüm sürecini hedef alan eylemlerdir. Bunlara bir de Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ağzından “silahların betona/toprağa gömülmesi” lafları eklenince devlet/hükümet kanadında işi yokuşa sürme niyetine dair şüpheler uyanıyor. Erdoğan, “Uygulamayı görmeden başka adım atılmaz” diyor. “Betona gömme”, “uygulamayı görelim” sözleriyle kastedilen nedir? Eğer kastedilen ve beklenen PKK’nın tüm silahlarını teslim etmesi ise, bunun gerçekçi bir tarafı var mı? Bunu bir önkoşul olarak ileri sürmek süreci tıkamaktan başka ne işe yarar? Yoksa niyet bu mu?

Bu çerçevede, Erdoğan’ın kimi ifadeleri yukarıdaki gibi bir niyete mi yoksa kafa karışıklığına mı işaret ediyor? Örneğin, izleme heyetine ‘adanın’ (Öcalan'ın ismini bile ağzına almak istemiyor anlaşılan) meşruiyetini arttıracağı gerekçesiyle karşı çıkıyormuş. Peki, çözüm sürecinde hükümetin bir numaralı muhatabı, hatta Kandil ve HDP'ye karşı öne çıkarttığı figür Öcalan değil miydi? İnsan çözüm sürecinde masanın öbür tarafındaki partnerinin meşruiyetinin artmasını istemez mi? Böylece o süreç daha sağlam zemine oturmaz mı?

Bunun yanı sıra, Erdoğan’ın “Anadilde eğitim gibi talepleri aşırı mı buluyorsunuz?” sorusuna verdiği, “Anadil seçmeli ders olarak konuldu mu? Konuldu. Daha ne olacak? Bir de zorunlu mu olsun diyorsunuz? Olabilir mi böyle bir şey? Bu ülkenin resmi bir dili var” şeklindeki cevabı, çözüm konusunda ufkunun sınırlarını net biçimde ortaya koyuyor. “İnkâr ve asimilasyon politikalarına son verdik” diyor. AKP hükümetlerinin bu konuda eskiye nazaran ileri adımlar attıkları doğrudur, fakat burada inkârla asimilasyon arasında bir ayrım yapmak gerekir. İnkâra son vermek nispeten kolaydır, Kürt kimliğini ayrı bir olgu olarak kabul ederseniz inkâr resmen bitmiş olur ama asimilasyona son vermek, kamu otoritesinin bütün kimliklerin muhafazası ve gelişmesi için gerekli ortamı sağlamasını gerektirir. Aksi takdirde, aktif asimilasyondan pasif asimilasyona geçmekten başka bir iş yapılmamış olur. Dolayısıyla, “Asimilasyona son verdik” iddiasında olan birinin anadilde eğitim meselesine yaklaşımı Erdoğan’ınki gibi olmamalıdır.

Dikkatli olmak gerek, bundan başka barış yok!