OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Hain kim?

Geçen hafta Ermeni soykırımıyla ilgili kimi bilindik hatta klişe argümanlar tekrar ortalığa saçıldı. Görebildiğim kadarıyla bunların alıcısı eskisine kıyasla daha az ama hâlâ yeterince çok, muhtemelen de çoğunluk. 

Bu iddialardan bir tanesi de Ermenilerin “isyan”, dolayısıyla “ihanet” ederek başlarına geleni “hak ettiğidir”. Resmi anlatıya göre “Ermeniler” bir millet, yani bir bütün olarak, Türklere ve devlete ihanet etmişlerdir. Peki, resmi rakamlara göre bile Birinci Dünya Savaşı öncesinde nüfusu 1 milyon 200 bin civarında olan bir kitle nasıl ihanet eder, fiiliyatta bu nasıl olur? İhanet bilinçli bir eylemdir, bir karar gerektirir. ‘Kazara ihanet’ diye bir şey olmaz. Failin böyle bir kararı yoksa ihanetten de bahsedilemez. Peki, 1 milyon 200 bin kişinin herhangi bir konuda beraberce karar aldığından nasıl bahsedilebilir, üstelik erken 20. yüzyıl şartlarında? Bahsedilemez çünkü ihanet doğası itibariyle kitlelerin değil, kişilerin, grupların, örgütlerin, partilerin yapabileceği bir iştir. İşte bu noktada resmi anlatı bir el çabukluğu yapar ve bazı Ermeni parti, örgüt veya gruplarının kararlarını Ermenilerin kollektif iradesi mertebesine çıkartır. Böyle olunca da, örneğin, Taşnakların bilmem kaçıncı kongrelerinde aldıkları kararlar Ermeni milletinin ihanetinin belgesi haline gelir. Taşnaklar, dönemin en etkili Ermeni partisidir ama Ermeniler arasında destekçileri olduğu kadar karşıtları da vardır. Hatta, birbirlerinin kanını dökecek kadar. Dolayısıyla, ne Taşnakların ne başka bir Ermeni partisinin kongre kararları bütün Osmanlı Ermenilerinin iradesi olarak kabul edilemez. O kararların içeriğine, ihanet olup olmadığına girmiyorum bile.

Resmi anlatının başka bir el çabukluğu da 1915 ve öncesinde yaşanan her türlü asayiş vakasını “Ermeni isyanı” olarak göstermektir. Gerçi şu doğrudur, adam öldürme, soygun, mal-mülk ve toprak gasbı, kadınların kızların kaçırılması gibi Ermenilerin mağduru olduğu olaylar hiçbir zaman ‘sıradan’ adli vakalar değildir. Siyasi ve sosyolojik bir arka planı vardır, sistematiktir, uzun bir geçmişi vardır. Çoğunlukla yaralanan ve öldürülenler Ermeniler olur, üstelik gene çoğu vakada da fail(ler) ya hiç bulunmaz ya da kısa sürede salıverilir. Fakat, yaşanan bu gibi sorunlar sırasında Ermeni şahıslar birilerini yaralar veya öldürürse onun adı “isyan” olur. Farzı misal, Ermeni’nin biri, hayvanlarını tarlasına sokan bir Kürt’le veya Çerkez’le kavga eder, iş büyür, etrafa yayılır ve çıkan olayda diyelim ki Ermeniler birilerini öldürür veya yaralarlar (tamamen uydurmuyorum, dönemin gazeteleri buna benzer vakalarla dolu). Böylece “Ermeni isyanları” listesine bir tane daha eklenmiş olur. Kaldı ki, madem bu adamlar tek elden yönetilen, organize ve kitlesel bir isyan halindeydiler nasıl oldu da kuzu kuzu sürgün yollarına düzüldüler? Zira bir-iki yer hariç sürgün kararına direnen veya direnebilen Ermeni topluluğu olmamıştır. Hem elinde silah isyan halinde olacaksın hem de sana “Hadi bakalım, gidiyorsun, marş marş!” dediklerine itiraz etmeyeceksin, böyle bir durum hayatın doğal akışına da, isyanın fıtratına da ters. Tabii ortada gerçekten bir isyan varsa. Dolayısıyla, soykırım dinamikleri ve psikolojisi açısından asıl sorulması gereken soru, “Ermeniler neden direnmedi veya direnemedi?” sorusudur. 

İhanetin ontolojisiyle ilgili bir başka nokta da şudur: ihanet olabilmesi için önceden varılmış bir mutabakat olması gerekir. Yani, tarafların gelecekte yapılacaklara dair bazı konularda anlaşıp birbirlerine söz veya güvence vermiş olmaları gerekir ki taraflardan biri varılan mutabakatı bilerek ve isteyerek çiğnerse, yaptığı işin adı ihanet olsun. Peki, bizim vakamızda kimler ne için birbirine söz vermiştir? Yukarıdaki mantıkla kitleler/milletler birbirlerine söz veremezler. Yalnız şu olabilir, anayasalar zımnen de olsa bir toplum sözleşmesi olarak kabul edilebilir ve anayasanın yalnız lafzını değil, ondan da öte ruhunu çiğneyenlerin bir tür ihanetinden bahsedilebilir. 1908’de anayasal rejimin tekrar yürürlüğe konması tam da böyle bir momente işaret eder. Bu değişimle birlikte her kesimde özgürlüklerin ve demokrasinin gelişeceği umudu ve beklentisi doğdu. İstisnasız bütün Ermeni partileri, grupları, patrikhane de dahil kurumları anayasal rejime desteklerini açıkça ilan ettiler. Anayasal, parlamenter rejim yürürlükte kaldığı, kurum ve kurallarıyla işlediği ve geliştiği sürece diğer bütün metotları reddettiklerini beyan ettiler. Fakat, dönemin muktedirleri yani İttihat Terakki ileri gelenleri ne yaptılar? Anayasanın ilanı üzerinden bir yıl dahi geçmeden, baskıcı, tektipleştirici, otoriter politikalara saptılar. Yani hem anayasanın hem de Meşrutiyet’in ruhuna ihanet ettiler. Ayrıca, Ermenilerin sorunlarına dair beklentileri dillendiren ve kendilerinin de en büyük siyasi müttefiki olan Taşnakları her seferinde oyalayarak, gerçekleştirmeye niyetli olmadıkları sözler vererek, talepleri günlük savuşturmalarla öteleyerek ama hiçbir zaman kesin olarak reddetmeyerek onlara ve onların vasıtasıyla Osmanlı Ermenilerine de ihanet ettiler. Dolayısıyla, illa bir ihanetten bahsedilecekse İT’in ihaneti odadaki fil gibi gözümüzün önünde duruyor.

Öte yandan, resmi paradigma ihanete eşit taraflar arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak bakmadığı için bu soruları sormaz ve sordurmaz. Orada ihanetten kasıt Ermeni parti, örgüt ve vatandaşlarının bir “ast”, “tabi” olan bir grup olarak iktidar sahiplerinin, “millet-i hakime”nin iradesinin dışına çıkmaları, yani kendi kararını veren özneler olmak istemeleri, kendilerine verilenle yetinmemeleridir. Tam bir siyasi ve sosyal eşitlik talep etmeleridir. Halbuki onlardan beklenen tam ve sonuna kadar sadakattir. Tabi ‘sahibin’ indinde!