BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Ne olacak şimdi?

Hadi bakalım, kolay gelsin… Bir acayip zor yarış… Bana ne aman, ben anlamam… Pek hesaplı ince iş… Seçim ertesi takıldı dilime, bozuk plak gibi tekrarlanıyor yine; Sezen Aksu’nun şarkısı, hatırladınız mı? Aysel Gürel ne de güzel yazmış, ülkemizin her dönemine uygun. Hele devamındaki “Sen seni bil, sen seni, sen sıkı tut çeneni, eline diline hâkim ol, sonra öcüler yer seni…” sözleri, hepten bizlik. Rahmetli babam, bu sözü “Bilmezsen sen seni, patlatırlar enseni…” diye bağlardı. Canım babam, nasıl da özledim, gidişine yakın zirve yapan en çekilmez huylarını, bizi en çileden çıkaran hallerini bile özledim. Eee malumunuz, Babalar Günü geldi yine. Allah’tan Anneler Günü kadar tahrik edici şekilde şişirmiyorlar bu günü, ne de olsa sonradan çıkma, eh seçim dönemine denk gelmesinden de olabilir. Zira aylardır, varsa yoksa seçim. Bu beklenen ya da beklenmeyen durumun alacağı şekille ilgili fikir yürütmek için henüz erken. En azından benim gibi siyasetten hiç hoşlanmayan biri için erken. Ben o şarkının “Bana ne aman, ben anlamam” sözüne takılmayı tercih ederim.

Böyle deyince, hepten ilgilenmiyorum, izlemiyorum, bir tercihim yok falan sanmayın. Oy kullandım, demek ki tercihim var. İlk kez; 95 Kadın, 1 Roman, 3 Ermeni, 1 Süryani milletvekilinin Meclis’e girdiğine tanık oluyorum ve bunun öneminin farkındayım. Hatta gayet manidar bir şekilde, ‘Kadın’ın diğer ‘Öteki’lerle bir tutulduğunun da farkındayım. Üç ayrı partide birer Ermeni bulunmasını, önemli buluyorum. Tüm haber kanallarını izliyor, yazılıp çizileni okuyorum. Yani kiminin “Kazananı olmayan bir seçimin kaybedeni olmaz”, kiminin “Bu ülkede Ak Parti’ye yakın olmayan hiçbir parti iktidar olamaz, hatta koalisyon bile kuramaz” dediğini de biliyorum. Ama çenemi tutacağım, fikrimi söylemeyeceğim.

Az önce babamı özlediğimi söylemiştim ya, bu cümleyi yazınca da annemi ne kadar özlediğimi hissettim. Küçükken her sokağa çıkışımda, “Gördüğün her hayvana dokunma” diye tembihlerdi, büyüdükten sonra da “Aman kızım, çenene hâkim ol, her aklından geçeni söyleme” diye… Bu yaşa geldim, her iki huyumdan da vazgeçemedim. Bazen faydasını da görmedim değil, ama daha çok zararını gördüm valla; hayvanlara dokunmanın değil, insanlara karşı dürüst olmanın… Çıktım mı siyaset konusundan? Çıkmışım. İyi olmuş, zaten aslında başlarken, yaşadığım ilginç bir deneyimi anlatmaya niyetlenmiştim size. O ilk paragraflar araya girdi. Geçen akşam Radyoevi’nde, canlı bir söyleşi programına konuk oldum. Gerçekten çok ilginçti. Bir kere o tarihî mekâna girmek, başlı başına bir olaydı benim için. Öncesinde bir ara sosyal paylaşım sitelerinden birinde paylaşayım da herkes dinlesin beni diye düşündüm ya sonra vazgeçtim, inanmayacaksınız ama utandım.

Çok eski bir dostum var: Işık Yavuz. İyi bir müzisyendir, iyi bir şairdir, Latin şarkılar söylerdi gençlikte ve şiir kitapları var. Şimdilerde az buçuk nostalji içeren, şarkılı, şiirli, iki konuklu bir söyleşi programı yapıyor Kent Radyo’da. Bir gün aniden, geçmişten gelen bir ses gibi arayıverdi beni. Bunca yıl sonra, benim yazan çizen bir hatun olduğumu öğrenmiş. Eee ateş olsak ancak cürmümüz kadar yer yakarız ya… O da yeni duymuş. Beni programına davet etti. Hemen kabul ettim, zira bu tarz şeyler beni heyecanlandırsa da yıllardır önünden geçtiğim o binadan içeri girmek, pek cezbetti beni. Nitekim içinde dolaşırken, stüdyoların kapılarını açıp bakarken, müze bölümüne göz atarken, neler geldi neler geçti anılarımdan… Pek hoştu doğrusu. İkinci konuk, yıllarca turizmle uğraşmış eski bir Üsküdarlıydı. O, Üsküdar nostaljisi yapacaktı, ben de Kurtuluş ve Adalar… Dünden bugüne gelirken İstanbul’un geçirdiği değişim, turizm, şiirler, kitaplar, eski şarkılar, filan falan gibi şeylerden konuştuk. Eh benim kitaplar da konu oldu tabii. Ama valla TRT tutuculuğu ve RTÜK denen Demokles kılıcıyla canlı yayında gaf yapmadan konuşmak, öyle zordu ki. Zavallı Işık, ikide bir yerinden sıçrıyordu biz konuşurken, özellikle ben tabii. Konuşma metni yazılı olursa rejiden sakıncalı sözleri bipliyorlar da doğaçlama konuşurken çok zor.

Mesela bir ara betonlaşmanın iklimleri nasıl etkilediği konusu açıldığında, ben; “Ağaçlar böyle katledildikçe” deyince, telaşla el kalktı, anladım, toparladım, kıvırdım. Ama en suya sabuna dokunmaz olarak seçtikleri ‘İçimiz Isınsın Biraz’ kitabımdaki hayvan öykülerinden bir pasaj okumamı istediklerinde, olanlar oldu. Öykünün bir yerinde söz ettiğim biri için “Sefa pezevengi” demişim. Okurken uyanamadım, pat diye lafı ediverince, panikle ayağa fırladılar. Bipleyecek zaman bulamadan çıkıvermişti işte. Ay ne güldüm içimden, ne güldüm. Dakikalarca o lafın ayıp olup olmadığı tartışıldı sonradan. Oysa Azerice; iş adamı demektir, değil mi? İşte bu haldeyiz dostlar. Siz bunu genelleyin artık. Ben hâlâ gülüyorum.