97 yıllık Nisan hüznü, Krikor Zohrab ve adsız kurbanlar

Ayşe Hür, İstanbul ve İzmir Ermenilerinin 24 Nisan dışında tehcire tabi tutulmadığına yönelik resmi tezi çürütüyor.

Ayşe Hür

hurayse@hotmail.com

“Kış günleri kara günler, kısa, gelir geçerler/Her şeyin bir sonu var, ağlama, sonsuz ne var?/Yüreğinde kor ku var hala, üzülme geçer/Sular gibi akıp giden dertler ve gam, gelirler geçerler/İhanet, takibat, savaş, soygun ve yangın, fırtına gibi esip gider/Ve düşmanın bize verdiği tüm acılar, gelirler, geçerler…”

Arşak Çobanyan’ın derlediği, Aşuğ Civani’ye ait bir Eğin türküsünden alınma bu sözler. Evet, kış geldi, geçti. Lale ve erguvan ayı olan Nisan’dayız. Ağaçların yeşil yapraklarla donandığı bu ay, umudun, canlanmanın, hayata yeniden bağlanmanın ayı. Halbuki Ermeni toplumu için Nisan acılı, hüzünlü bir ay. Neredeyse bir asırdır bu böyle. 1915’te Ermeni toplumu sadece yüz binlerce evladını değil, Nisan sevincini de kaybetti. Her yıl ben de yılın bu günlerine rastlayan yazılarımı Ermeni Meselesi’ne ayırarak ya da ayırmak zorunda hissederek, bu hüzne katkıda bulunduğum için kendime kızmıyor değilim. Ama yapacak bir şey yok. Tarihin esiriyiz…

Artık ezberlediniz, o meşum 1915 yılında, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da son derece geniş tutuklamalar yapılmıştı. Resmi tarihe göre tutuklananlar milliyetçi Ermeni komitacılardı ama bugün biliyoruz ki, tutuklananların ezici çoğunluğunu milletvekilleri, şairler, yazarlar, gazeteciler, siyasi ve dini elitler oluşturuyordu.

Tehcirin tanıklarından Alman Protestan Papazı Lepsius’a göre 600,  dönemin ABD Büyükelçisi H. Morgenthau’ya göre 500, resmî tarihçi Yusuf Sarınay’a göre 235, gayri resmî tarihçi Taner Akçam’a göre 180 kişilik bu ilk kafile apar topar Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarılmıştı. Ayaş’a gönderilenler hemen öldürüldü. Çankırı’ya gidenler biraz daha şanslıydı, bazıları bir süre Çankırı’da yaşadıktan sonra öldürüldü, bazıları ise İstanbul’a dönmeyi başardılar.

Meclis-i Mebusan Üyesi avukat Krikor Zohrab ise bu ilk kafileyle değil daha sonra sürülenlerdendi. 24 Nisan’da İstanbul’da tutuklama haberini duyanlar İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın evine koşmuşlardı. Zohrab Sadrazam Said Halim Paşa’yı aramış, ardından Talât Paşa’ya bir mektup yazmıştı. Ama sürgünleri durduramamıştı. Durduramadığı gibi kendisi de sürülmüştü. Tutuklanış hikâyesi gayet ilginçti. 2 Haziran Çarşamba gecesi Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Cercle d’Orient Kulübü’nde Talât Paşa ve Halil Bey’le yemek yemiş, ardından kâğıt oynamış, Zohrab Efendi gitmek üzere ayağa kalktığında Talât Paşa da kalkmış ve Zohrab’ı yanağından öpmüştü. Şaşıran Zohrab “Bu iltifat neden?” diye sormuştu. Talât Paşa da “İçimden geldi” demişti. Zohrab, yayan olarak evine giderken kendisini takip eden bir polis tarafından tutuklanmıştı. Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte Zohrab’ı Diyarbakır Divan-ı Harbi’nde yargılamak üzere Haydarpaşa’dan trene bindirdiklerinde, karısı Klara ile İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Talât Paşa’nın evine gitmişlerdi. Talât Paşa Klara’yı kayıtsız bir şekilde dinlemiş ve “Soruşturma bitince dönecektir” demekle yetinmişti. Ama Zohrab ve Serengülyan dönemeyeceklerdi.

Çerkez Ahmet’in itirafları

İki arkadaş, zorlu yolculukları sırasında İstanbul’da pek çok kişiye (Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Bey’e, Dahiliye Nazırı Talât Paşa’ya, İTC’nin Merkez Komitesi üyesi Halil Bey’e, eski Adliye Nazırı Necmettin Molla’ya, Almanya Büyükelçisi Wangenheim’a, İTC’nin önde gelenlerinden Dr. Nazım’a) mektup yazarak geri dönmelerine yardım etmeleri için ricada bulunmuştu. Ama hiçbirinden cevap alamamıştı. Ermeni komitacıların ve bazı Türk dostlarının (örneğin Bekir Sami Bey’in) kaçmalarını tavsiye etmelerine de kulaklarını tıkamıştı. Hâlâ işin vahametinin farkında değillerdi. Zohrab ve Serengülyan, 18, 19 veya 20 Temmuz’da Urfa yakınlarında, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Çerkez namıyla maruf Binbaşı Ahmed tarafından öldürüldüler.

Cinayetin nasıl işlendiğini, Çerkez Ahmed’le tutuklu iken görüşen yazar Ahmed Refik (Altınay) şöyle anlatmıştı: “Çerkez Ahmed, Ermeni fecayii (faciası) için mühim bir vesika idi. Bu kanlı hadisenin safahatını bizzat failinden dinlemek istedim. Çerkez Ahmed’e Vilayet-i Şarkiye’de neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üstüne attı, cigarasının dumanlarını karşısına savurdu: ‘Bey birader’, dedi, ‘şu hal namusuma dokunuyor. Ben vatanıma hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm. Bugün orada bir tek Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim: sonra o Talât gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni böyle tahte’l-hıfz (muhafaza altında) getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!’… Çerkez Ahmed’den daha fazla malumat almak istiyordum: Peki, bu Zöhrab filan ne oldular? ‘duymadınız mı? Hepsini geberttim.’ Cigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: ‘Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartakes dedi ki: Peki Ahmed Bey bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller. O senin bileceğin iş değil kerata dedim, bir mavzer kurşunu ile beynini patlattım. Sonra Zöhrab’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, ezdim, geberinceye kadar ezdim.’”

Çantadan çıkan mücevherler

Meclis-i Mebusan’ın saygın ve renkli üyelerinden olan Zohrab’ın böyle vahşice öldürülmesi İstanbul’da büyük tepki yaratınca, Talât Paşa bir soruşturma açmak zorunda kaldı. Cemal Paşa’ya 28 Eylül 1915’te “…herhalde ortadan kaldırılması gerekir. Sonradan çok zararlı olacaktır…” diye yazmış, Cemal Paşa “Çerkez Ahmed’in idamına hükmolundu. Yarın sabah Şam’da gereği yapılacaktır” diye cevaplamıştı.

Çerkez Ahmed Şam’daki Divan-ı Harp’te yargılandı ve idam edildi. Ancak idamın nedeni Çerkez Ahmed’in Zohrab’a yaptıkları değil, tehcir kafilelerinden aldığı malları ve değerli eşyaları devlet görevlilerine teslim etmek yerine el koymasıydı. Talât Paşa bir süredir uygun bir bahane bulup Çerkez Ahmed’den kurtulmak istiyordu. Nitekim IV. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) Suriye anılarını topladığı Zeytindağı adlı kitabında “Çerkez Ahmed ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher buldular (…) bu iki serserinin bir ideal için fedakârlık değil, zengin olmak için cinayet yapmış oldukları belli idi” diye yazmıştı. İdamın bir başka şahidi olan IV. Ordu Kurmay Başkanı Ali Fuad (Erden) de hatıralarında “Çetecilerin şahsi eşyaları arasında kan lekeli beşibirlik altınlar bulunmuştu” diye not düşmüştü. Gerçekten de 20 Temmuz’da Zohrab’ın altın saati ve yüzüğü ile kanlı çantası Urfa pazarında satışa çıkmıştı.

1915’te İstanbul’da başka neler oldu?

Resmi tarihçilerin, 1915-1917 Ermeni Tehciri’nin bir ‘soykırım’ olmadığını kanıtlamak için ileri sürdüğü tezlerden biri, 24 Nisan’da kafilesi dışında İstanbul (ve İzmir) Ermenilerinin tehcire tabi tutulmadığıdır.  Halbuki bu iki iddia da doğru değildir. Yer darlığı yüzünden sadece İstanbul’la ilgili bilgileri, Taner Akçam’ın Ermeni Meselesi Hallolunmuştur (İletişim, 2008) adlı eserinden aktarmak istiyorum.

Ermeni kaynakları ne diyor?

1913-1922 yılları arasında İstanbul Ermeni Patrikliği görevini yürüten Zaven der Yeghiayan’ın anılarında İstanbul sürgününün esas olarak Almanların baskısı sonucu engellendiğini, hatta bu konuda Ocak-Şubat 1916 aylarında Alman parlamentosundan İstanbul'a gelen bir heyetin etkisinin büyük olduğunu ve bir anlaşmanın dahi yapıldığını söyler.

Arnold Toynbee tarafından 1916 yılında yayımlanan Mavi Kitap’ta Patrik Zaven’in 15 Ağustos 1915 tarihli bir mektubu yer alır. Patrik şöyle yazar: “... Şimdi sıra İstanbul'da. Zaten insanlar panik halinde kötü kaderlerinin her an kendilerini bulmasını bekliyorlar. Sayısız kişi tutuklandı ve hemen İstanbul dışına çıkarıldı. Çoğu mutlaka ölecek. Şu ana kadar sürülenler, taşra doğumlu ama İstanbul’da ikamet eden tüccarlar... ne pahasına olursa olsun İstanbul’daki Ermenilerin bu korkunç kıyımdan kurtulması için çabalıyoruz.”

Taşnak Partisi’nin Balkan Bölümü tarafından 28 Ekim 1915’te kaleme alınan başka bir mektupta şu bilgiler yer alır: “İstanbul'dan sürülen binlerce zavallı Ermeni, ayakkabıları da dahil neleri var neleri yoksa hepsini jandarmalara verdikten sonra, İzmit’ten Konya’ya doğru yürümeye zorlanmışlardır. Trenle yolculuk edecek kadar parası olanlar da jandarmalar tarafından kandırılarak bütün paraları alınmıştır.”

Batılı kaynaklar ne diyor?

Konya’da bulunan Amerikan misyoneri, William S. Dodd bu bilgilerin doğruluğunu gösteren şu bilgileri aktarır: “Bir diğer sürgün yöntemi, yaya yürütmek idi ve geniş olarak İstanbul'dan sürgün edilen erkeklere uygulandı ki bunlar, aileleri [Anadolu'nun] iç köy ve kasabalarında yaşayan, İstanbul'da ailesiz olarak çalışmakta olan kişilerdi. Türk hükümeti İstanbul'dan hiç Ermeni sürmediklerinin biteviye propagandasını yaparken, [İstanbul'da] ailelerinin geçimini sağlamak için çalışan binlerce insanı tutuklayıp sürüyordu.”

İstanbul'dan geniş çaplı sürgünler yapıldığına dair haberler Alman belgelerinde de yer alır. 5 Aralık 1915 tarihinde, Alman Dışişleri Bakan Sekreteri Jagov, İstanbul Büyükelçisi Metternich’e Ermeni Sofya Taşnak Komitesi’nden aldığı bir haberi aktarır. Habere göre, “Türk hükümeti daha önce verdiği sözlerin aksine, İstanbul'dan da Ermenilerin sürgününe başlamıştır. Güya şu ana kadar 10.000 kişi sürülmüş ve bunların büyük bir kısmı İzmit dağlıklarında öldürülmüştür. 70.000 kişiyi kapsayan bir liste hazırlanmıştır.”

7 Aralık 1915 tarihinde bu telgrafa cevap yazan Metternich, İstanbul’dan sürülen Ermeni sayısını, İstanbul Emniyet Müdürü’nün ifadesine dayanarak 30.000 olarak verir: “Güvenilir kaynaklardan edindiğim ve gizli tutulmasını rica edeceğim bilgiye göre, geçtiğimiz yaz aylarında tehcir edilen 30.000 ve kaçan 30.000 Ermeni’den sonra, bölge emniyet amirinin ifadesiyle, İstanbul’dan 4.000 Ermeni Anadolu’ya sürülmüştür ve halen İstanbul'da yaşayan 80.000 Ermeni’nin de peyderpey tahliye edilmesi düşünülmektedir. Bunun durdurulması isteniyorsa, çok sert araçlara başvurulması gerekir.”

İstanbul'dan sürgünlerin belli kriterlere göre yapıldığı yabancı gözlemcilerin de dikkatini çekmiştir. Alman Kölnische Zeitung gazetesi muhabiri Ernst von Nahmer, 5 ve 6 Eylül 1915 tarihlerinde “çok gizli” ibaresi ile yolladığı iki ayrı raporda, Ermenilerin İstanbul’dan sistematik bir biçimde uzaklaştırıldığını aktarır. “Önce (Sivas ve doğusu Anadolu vilâyetlerinden oldukları tahmin edilen) bekâr erkekler; daha sonra doğum yerleri Ermeni vilâyetleri olan tüm evli veya bekâr erkekler... şimdiye kadar 200 erkek ve 50 aile sürgün edildi.” Gazeteci, Hükümete yakın Almanlardan İstanbul’daki büyükelçiliklerin varlığı nedeniyle böyle davranıldığını, Anadolu’daki Ermenilerin sürülmesi bitince sıranın İstanbul’a geleceğini duyduğunu da aktarır.

Serdar Dinçer’in Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler (İletişim 2011) kitabında yer alan Alman gazeteci Harry Stürmer’in 1917’de Lozan’da yayımladığı Zwei Kriegsjahre in Konstantinopel adlı broşürdeki şu ifadeler ise tabloyu biraz daha tamamlıyor: “1916’da bir yaz günü öğleye doğru eşim alışveriş için yalnız başına Grand Rue de Pera’ya gitmişti. Biz Galatasaray’dan birkaç adım ilerde oturuyorduk ve balkondan her gün bahtsız Ermeni sürgün gruplarının jandarma kontrolünde polis karakoluna girdiklerini görme imkanımız vardı. İnsan sonunda böylesi acı verici manzaralara karşı da duyarsızlaşıyor ve buradaki tek tek insan yazgılarını değil de sadece politik yanı görür oluyor. Bu kez genç karım birkaç dakika sonra eve geldi. Bütün vücudu tir tir titriyordu. Çünkü yoluna devam edememişti. Karakol’un yanından geçerken açık bırakılmış bir pencereden, işkence görmüş birinin sızlanan, sanki yarı ölü hale gelene dek dövülüp agoniye kaymış bir hayvanı andıran boğuk iniltilerini duymuştu. Kapıda duranlardan biri karıma ‘bir Ermeni’ diye bilgi vermişti. Sonra insan topluluğu polis tarafından kovalanmıştı. Eşim bana şu soruyu sordu: ‘Eğer Avrupa şehri Pera’nın en canlı yerinde güpegündüz, öğle vakti böylesi manzaralar oluyorsa, o zaman medeniyetten uzak içerlerdeki Ermenilere acaba neler yapıyorlar? Eğer Türler burada, başkentte, ana caddede yürüyen bir kadını sinir şokuna düşürecek kadar yabani hayvanlar gibi davranabiliyorlarsa, o zaman ben böylesi korkunç bir ülkede yaşayamam!”

Osmanlı kaynakları ne diyor?

Tekrar Taner Akçam’ın verdiği bilgilere dönelim. Dahiliye Nezareti’nden çeşitli illere gönderilen telgraflardan Ermenilerin İstanbul’dan sürgünlerine yönelik başka ayrıntılar elde etmek mümkündür. Bunların başında sürgünlerin belli kriterlere göre yapıldığı ve esas olarak Der Zor bölgesine gönderildikleri olgusu gelir. Belgeler, İstanbul'dan sürgünlerin dört kritere göre yapıldığını göstermektedir. Bunlar, doğum yerleri İstanbul dışı –taşralı- olanlar, bekârlar, işsizler ve çeşitli örgütlere üye olanlardır.

Tehcir sırasında Konya’da valilik yapan ve tehciri engellediği için Ekim 1915’te görevden alınan Celal Bey de anılarında İstanbul'dan sürgünler yapıldığını yazar ve sürgün edilenlerin sayısını “binlerce” ile ifade eder; “Haydarpaşa'dan gelen trenler her gün binlerce Ermeni getiriyor, Konya istasyonuna yığıyordu. Bunların daha ileri sevki için mütemadiyen İstanbul'dan emir tebliğ ediliyordu. Ve ben vagon verilmedikçe sevkiyatın mümkün olamayacağını söyleyerek itiraz ediyordum.”

1918’de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, İtilaf Devletleri’nin zorlamasıyla faaliyete geçen İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi davalardan birisi bekâr erkeklerin İstanbul'dan sürülmelerine ilişkindir. Hidayet Efendi adlı bir polis memuru aleyhine açılan davada sanığın, 'Üsküdar civarından bekâr Ermenilerin tehcirine sebebiyet vermek ve evlerine girerek bazılarının mallarını gasp etmek' suçundan cezalandırılması istenmektedir.

Görüldüğü gibi gün ışığına çıkarılacak daha çok belge, bilgi, hikâye var. Ne yazık ki, Türkiye’deki inkar cephesinin genişliğini, derinliğini, kaviliğini gördükçe, yazının başında şiirini verdiğim Aşık Civanyan gibi umutlu olamıyorum. Önümüzdeki Nisan’a kadar bir arpa boyu yol alırsak ne mutlu bize.