OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Rojava’yı fırsata çevirmek

20. yüzyılın başında İttihat ve Terakki bir fırsat yakalamıştı. 1908’in Temmuz ayında girilen İkinci Meşrutiyet döneminin iyimser havası, iktidara, imparatorluğun farklı etno-dinsel topluluklarını eşitlik temelinde bir arada yaşatacak siyasi ve toplumsal düzeni kurma şansı tanıyordu. Fakat bunun için muktedirlerin zihninde bir paradigma değişiminin yaşanması gerekiyordu. Daha somut söyleyecek olursak, merkezinde Türklüğün yer aldığı millet-i hâkime anlayışından, farklı kimliklerin eşitlik temelinde yaşatılması için kaynakların (hem maddi hem de itibar gibi manevi-moral kaynakların) adil dağılımını öngören bir siyasi anlayışa geçmek gerekiyordu. Gelgelelim, bugün hepimiz biliyoruz ki, İttihatçı muktedirler –ve onların Kemalist halefleri–, soykırımcı olmak pahasına da olsa millet-i hâkime anlayışını terk etmeye yanaşmadılar. Üstelik, ülkeyi ve devleti de hem yüzölçümü, hem iktisadi üretkenlik anlamında küçülttüler. Bir nevi “Küçük olsun ama sadece bizim olsun, sadece bizim isteklerimizin, önceliklerimizin ve kimliğimizin hüküm süreceği bir ülke olsun” anlayışını takip ettiler. O anlayışın hepimizi getirdiği yer ortada.

Bugün de 100 küsur sene evvelkine benzer bir fırsat var aslında. O zaman fırsat, geliştirilmeye muhtaç olsa da bir anayasa ve parlamenter rejim etrafında ilkesel (zahiri olduğu sonradan anlaşılan) bir uzlaşmayla gelmişti; bugünse fırsat, sınır ötesi bir krizle geldi. Şöyle ki, Suriye’de statükonun muhtemelen geri döndürülemez biçimde değiştiği bir süreç yaşıyoruz. Türkiye’yi bu süreçte en tedirgin eden olgunun IŞİD değil, en son Cumhurbaşkanı’nın ağzından “Kurdurmayız” şeklinde ifade edildiği gibi, özerk bir Kürt oluşumu olduğu anlaşılıyor. Gerçi Türkiye devleti aynı tavrı 1990’larda Irak’ın kuzeyinde oluşacak bir Kürt otonom bölgesi için de gösteriyordu ama bugün o oluşumla ‘yakın ilişki’ içinde. Acaba bunun sebebi, her ikisi de Kürt ağırlıklı olmakla birlikte, Kuzey Irak ile Rojava arasındaki siyasi anlayış ve yapılanma farkı mı?

Türkiye neden böyle bir oluşuma karşı? Görünüşte ileri sürülen sebep “Suriye’nin toprak bütünlüğü” olsa da, asıl sebep Rojava’da olup bitenlerin Türkiye’deki Kürt hareketine yeni bir ivme kazandıracak olması diye özetlenebilecek bir öngörü; zira Suriye’nin toprak bütünlüğünü her şeyden çok önemseyen bir ülke, Türkiye’nin şimdiye kadar yaptıklarını yapmazdı. Tabii, Türkiye’nin Suriye sınırını kaplayan böyle bir oluşumun Sünni Araplarla Türkiye’nin temasını kesme ihtimali de AKP yöneticilerini endişelendiriyor olabilir ama o ayrıca tartışılması gereken bir konu.

Peki, Türkiye bu öngörüsünde haksız mı? Muhtemelen hayır. Üstelik, Rojava’daki modelin başarılı olması yalnız Türkiye’deki Kürt hareketini değil, genel anlamda Türk siyasetini de etkileyecek, oradaki modelden esinlenen veya güç alan siyasi ve idari talepler Türkiye içinde de yükselecektir. Türkiye devletini korkutan da herhalde budur. Ama işte fırsat da tam burada. Artık iyice anlaşılmış olmalı ki, Türkiye için, Rojava’yla kavga etmek, kendi Kürtlerinin büyük bir bölümüyle de kavga etmek anlamına geliyor. Ayrıca, başta IŞİD’le mücadeledeki rolleri olmak üzere bazı sebeplerle ABD ve diğer Batılı ülkeler Kürt hareketine sıcak bakıyor. Dolayısıyla, özelde Rojava’yı, genelde Kürt hareketini ezmeye çalışmanın maliyeti çok çok yüksek olacaktır. Hele, maazallah, bunu askerî yöntemlerle yaamaya girişmek, insanın kendi evine benzin döküp yakmasına benzer, üstelik çocukları içerideyken. Kaldı ki, şu soruyu da sormak lazım: Türkiye’nin bu kadar yüksek bir maliyeti neden göze alması gereksin ki? Türkiye gelişmelerin arkasından koşturmak yerine bir adım önüne geçse, gerek iç gerek dış Kürtlerle yeni bir model ve anlayış çerçevesinde ilişki kursa, Suriye krizini bunun için bir fırsat olarak kullansa, daha akıllıca bir iş yapmış olur. Yalnız pragmatik anlamda değil, siyasi ahlak, demokrasi ve barış gibi ilkeler açısından da doğru olan budur. Başka bir deyişle, Türkiye’deki karar alıcılar ve siyaset belirleyicilerin, “Rojava’daki oluşumu nasıl ezerim?” diye düşünmek yerine, o bölgenin ve aslında o anlayışın Türkiye’yle uyumu veya bir çeşit entegrasyonu üzerine kafa yormaları daha hayırlı olacaktır. Yalnız, burada izlenecek en hatalı tavır, üstten bakan bir hami tavrıdır, çünkü böyle bir uyum, barış ve entegrasyon Türkiye devletinin siyaset etme ve yönetme biçimi değişmeden mümkün olmayacaktır. Yani, tıpkı 100 yıl evvel olduğu gibi bir zihniyet ve paradigma değişimi gerekiyor. O günkü millet-i hâkime anlayışıyla harmanlanan bir mezheb-i hâkime anlayışından, içte ve dışta çok kimlikli, farklılıkları eşitlik temelinde yaşatmayı amaç edinmiş bir yönetim anlayışına geçmek gerekiyor. Türkiye böyle bir paradigma değişimini gerçekleştirirse, asıl o zaman bölgede öncü ülke haline gelebilir. Aksi takdirde, savaş dinamiklerinin savurduğu bir aktör olarak kalacaktır. Kimse de ‘Türk milletinin hassasiyetleri’ni değişimin önündeki engel olarak tanımlayıp bahane göstermesin. Halklar/milletler savaşa girmezler; devletler savaşa girer, milleti de peşinden sürüklerler. Siz yeter ki onlara hangi seçenekte neler kazanıp neler kaybedeceklerini dürüstçe anlatın. Kimsenin oğullarını ismini bilmedikleri yerlere ölüme göndermeye meraklı olduğunu sanmıyorum, bütün milliyetçi hamasete rağmen.

Ortaya çıkan Kürt entitesinin siyasi ideoloji ve yapısına dair birkaç söz etmek de gerekli sanırım. Rojava’da farklı etnik ve dinî toplulukları içine alan bir yönetim biçimi kurulmaya çalışıldığı gözlemleniyor. Öte yandan, PYD’nin siyaseten ve kültürel olarak kendine benzemeyen grupları sürdüğü, ele geçirdiği yerlerde bir nevi etnik temizlik yaptığı iddiaları dillendiriliyor. Benim gibi oturduğu yerden yazı yazan birinin bunlar için “Olmuştur” veya “Olmamıştır” demesinin bir manası yok ama şuna hemen hemen eminim ki Türk devletinin gerek aleni, gerek gizli köşelerinde birileri, böyle şeyler olmamışsa bile olmasını çok istiyordur. Ortaya çıkanın bir Kürt ulus devleti olmasını en çok isteyenler, herhalde şu anda Türk ulus devletini yönetenlerdir. Bazı Kürtler, “Ulus devlet herkese hak da bize haram mı?” diye sorabilirler. Sorabilirler ama sadece, Türk ulus devleti de dahil başka ulus devlet savunucularına. Ben ve benim gibi ulus devlet mantığını yanlış bulan ve her daim eleştirmiş olanlar için, Ortadoğu’da fazladan bir ulus devlet hiçbir şeyi daha iyi yapmaz. Bütün bunlar bir yana, Kürt siyasi hareketi aslında bu konuda bilinçli olduğunu defalarca gösterdi ama bu bilinci kararlı biçimde eyleme dökmeye sonuna kadar devam etmek gerekiyor, çünkü her daim “Kürtler milliyetçilik yapsa da saldırsak” diye ‘pusuda’ bekleyenler var. Milliyetçiliklerin geçtiği yanlış yollardan, bunca laftan sonra bir de Kürtlerin geçmesinin anlamı yok. Bu açıdan da sırtlarında ciddi bir yük var. Bir yandan IŞİD gibi yeryüzü zebanisi bir örgütle silahlı mücadele vereceksin, bir yandan doğru siyaseti ve söylemi tutturacaksın. Üstüne üstlük, bizim gibiler de rahat koltuklarından sana akıl verecekler. Buna katlanmak zor olsa gerek ama iyi niyetli eleştiriler yardımcı olabilir.