LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Yarım kalmış memleket

Aşkale’den -on parasız- Dönüş

garip
çok garip...

şu binalar onundu bir zamanlar
şu dükkan da
şu...

dostlar ki gece gündüz
sofrasındaydılar...

şimdi 
bir dostu bile yok yüzüne gülen
bir dost
bir gülüş
ve o
unutmadı asla
ödünç selamını eskiden kalan
unutamadı
ne mümkün...!

Antan Özer

Carakayt, 8 Temmuz 1950, sayı 165

(‘Yaşamı Beklerken’, çev. Klemans Ç. Zakaryan, Aras Yay., 1997)

İş çıkışı, sanki yeni bir mesaiye yetişir gibi, insanlar koşar adım içerideki yerlerini alıp sipariş veriyorlar. Bina epey eski, ‘1815’ten beri’ yazıyor duvarda. Herhalde 200 yıldır hemen hiçbir şeyin değişmediği pub’da yavaş yavaş neşeli bir kalabalık oluşuyor. Pub, ‘public house’un (halkevi) kısaltması. Cuma akşamı Londralılar damaklarını ıslatmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Önlerinde çok lezzetli ama aynı zamanda basit, atıştırmalık bir şeyler var. Bira kuleleri eskiden beri, pastörize edilmemiş, çok kolay içimli biralara su katıldığı şüphesi olmasın diye yükseğe konup, barın üzerinden servis ediliyor. Son yüzyılda buralarda herhalde değişen çok bir şey yok, eskiden dumanaltı olan mekânlarda artık sigara içilmiyor olmasından başka... Ha bir de, 90’lı yıllarda daha komplike ve farklı yemeklerin sunulduğu ve bu yemekler ile onlara uyumlu biraların eşleştirildiği yeni nesil ‘gastro-pub’lar oluşmaya başlamış ama onlar klasik pub’lara pek bir tehdit oluşturmuyor. Sonra, saat 11.00’e yaklaştığında barmen eski bir gemici kampanasını çalıyor ve herkes artık kapanma vaktinin geldiğini, bir tane daha bira için son şansları olduğunu anlıyor, bara gidip son içkisini alıyor. Bu arada biz, İstanbul’dan gelme üç arkadaş, yüzyılları aşkın bir zamandır yapılan bu ritüeli kıskançlık ve özenme duyguusuyla izliyoruz.

Ruhsuz, sadece taklit ederek hayatta kalan, taklit ettiği şeyi hemen tükettiği için kendine yeni bir ‘konsept’ arayıp, bulduğunda da onu müthiş bir görgüsüzlükle tüketen memleketimizin genel geçer yeme-içme dünyası konusunda dertleşiyoruz. “Allah başka dert vermesin” dediğinizi duyar gibi oluyorum ama her şeyin birbiriyle ilişkili olduğu bir dünyada (bkz. kelebek etkisi) bunları da düşünmemiz gerektiği geliyor aklımıza, birkaç biranın verdiği rahatlıkla...

Biraların verdiği hoşluk geçse de sonrasında, memlekete dönerken aklımda hep bir soru vardı. Belki de cevabı epey karışık ama aynı zamanda en kolay soru... Nasıl oldu da bu hale geldik? Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığı, her birinin kendi ritüeli olan meyhanelere ne oldu? Degüstasyon, Rejans gibi, zamanının efsaneleri, nasıl oldu da kendilerinin kötü bir kopyası olmayı bile beceremediler?

Madrid’ te 100 yıllık restoranların olduğu bir liste varken, biz nasıl olmuş da eski restoranların tabelalarına bile sahip çıkamamışız? Bu çok önemli bir soru bence.

Ruhu olan şehirleri yaratan şey, ruhu olan evler, dükkânlardır. Sözü yine Refik Halid’e getireceğim. Daha 1945 yılında, ‘Mevsim Zevkleri’ başlıklı yazısında, bizimle aynı dertten muzdarip, şunları yazıyor: “İstanbul’un bir takım hoş ve lüzumlu hususiyetleri vardır ki zamanla kaybolmasına acımaktan kendimi alamıyorum… Galata’nın Tünel tarafındaki yan sokaklarından birine sapar, camekânı bile olmayan, avlumsu, loş bir yere girerdim. Burası müşterilerine yalnız av eti ve Kıbrıs şarabı veren bir dükkândı; Cenevizliler zamanından kalma tonoz, binanın kemerleri ve sütunları, kaba tahta masalarla iskemleler… Kendimi ‘Üç Silahşorlar’ devrinde yolculuk ederken ‘auberge’ denilen yemekli hanlardan birine inmiş belinde meç, çenesinde bir tutam keçisakalı, iri bıyıklı ve bukle saçlı bir er sanacağım gelirdi. Damak zevkine bir hayal karışırdı… Ne yazık ki artık Galata’da o dükkânlar yok. Balıkpazarı’nda da müşterisine taze balık tavası ve ıskarası yediren yok, reçine şarabı içiren aşçılarda kalmadı.”

Refik Halid, ta o günden kalmadığını söylüyor. Bu yazı 24 Ekim 1945’de yayınlanmış. Soykırım ve mübadele geçmiş o esnafın üzerinden. Epey azalmışlar. Sonra Trakya’da pogrom olmuş, kaşer peyniri üretenler, mandıracılar da o zamanlar başlamış memleketini terk etmeye. 11 Kasım 1942’de, son kalanları da kaçıracak olan Varlık Vergisi çıkmış. Ben bu yazıyı o günün yıldönümünde yazıyorum. 73 yıl önce bugün, zamanın Başbakanı Şükrü Şaraçoğlu şu sözlerle müjdelemiş vergi uygulamasını: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir.”

Sonra haraç mezat satılan mallar, çalışma kampına sürülenler vs. 1943 yılı tapu sicil müdürlükleri arşivlerine göre, Varlık Vergisi çıkarıldıktan sonra satılan malların %1’ini Ermeniler, %0,7’sini Rumlar, %0,6’sını Yahudiler satın almış. Neyin ne olduğunun küçük bir göstergesi bu, ama o günleri anlamak için rakamlardan daha fazlasına bakmak lazım. Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanını (Aras Yay., 1998) okuyun derim. Belki anlamak, belki hatırlamak için; ikisi için de okumaya değer.

“Ne oldu da bu hale geldik?” sorusunun cevabı belki de bu. Pogromlar, sürgünler, mübadeleler, soykırım, hukuksuzluk, işkencelerle yarım bırakılmış bir ülkenin, her şeyi gibi sofrası da eksik kalıyor.

O zamanın gitmek zorunda kalanları gibi şimdi yine birileri gitmekten bahsediyor. “Giderim” diyenlere kızmayın, şımarıklık falan demeyin. Gidecek adam gider. Gitmeye yüreği elvermeyenler, sevgilisine kur yapar, son kozunu oynar gibi, “Gitmek istiyorum” diyor.

Şimdi taklitleriyle yetinmek zorunda kaldığımız, emekleme evresinden kurtulamayan yeme-içme sektörüne baktığımızda, Refik Halid’in dediği gibi, damak zevkimize bir hayal karışıyor. Sadece bir yemek lezzet hayali değil, yarım kalmış bir memleket hayali... Hâlâ bu ülke için hayal kuranlara, kalanlara selam olsun.