Din ve bilim arasındaki karanlık çukur

NİDA DİNÇTÜRK

Türkiye’de bilimkurgu edebiyat denilince ilk akla gelen yayınevlerinden biri olan İthaki Yayınları, bilimkurgu klasikleri serisine yeni bir üye ekledi. Yayınevi, Frank Herbert’in ‘Duneu’, Pierre Boulle’ün ‘Maymunlar Gezegeni’, Arkadi ve Boris Strugatski’nin ‘Kıyamete Bir Milyar Yıl’ı ve Aldous Huxley’nin ‘Cesur Yeni Dünya’sından sonra Arthur C. Clarke’ın ‘Çocukluğun Sonu’ eserini okuyucularla buluşturdu. 

Bir ütopya mı yoksa distopya mı olduğu tartışmasıyla piyasaya çıkan ‘Çocukluğun Sonu’, bu soruyu ortaya atan belirsizliği son ana dek koruyor. Arthur C. Clarke’ın şapkalarımızı tepemizden uçuracak denli sınırsız hayal gücü, kitabın sırrını bir an bile açık etmiyor.

Dünya dışından gelen refah

Her şey, dünyanın çeşitli kentlerinde birden bire gökyüzünde beliren dev uzay gemileri ve insanlığın şimdiye dek hiç işitmediği bir sesin tüm kanallardan kendisine hitap ettiğini duymasıyla başlıyor. Adının Karellen olduğunu söyleyen o ses, bir dizi hükümdar ile birlikte, bundan böyle dünyada yönetimi ele aldıklarını, kısa sürede dünyaya barış ve refah getirmek istediklerini beyan ediyor. İnsanlık, yüzyıllardır dilediği bu dileğin dost mu düşman mı olduğunu kavrayamadığı bir güç tarafından vaat edilmesi karşısında ne yapacağını şaşırıyor. Fakat çok geçmeden edilen tüm vaatlerin sorunsuzca gerçekleştiğini görüyor. Karellen, dünyayla arasındaki iletişimi sağlıklı bir şekilde sağlayabilmek için Birleşmiş Milletler’in genel sekreteri, Rikki Stormgren’i de elçi olarak seçiyor. Gel gelelim hiçbir şekilde insanlığın karşısına çıkmayan Karellen’ın iktidarı, sağladığı refah ortamına rağmen yeryüzünde pek kolay kabul görmüyor. Her iktidar gibi Karellen’ın da karşısına bir muhalefet dikiliyor. Dünyada, bir din adamının liderliğinde bir araya gelmiş olan Özgürlük Cemiyeti, sağlanan tüm refaha rağmen dünyanın geleneksel yöntemlere dönmesi gerektiği, insanlığın her geçen gün insani özelliklerini terk etmekte olduğu gibi argümanlarla hükümdarların iktidarını reddediyor. Bu noktada, kitabın Türkiye’de yayımlanması ile neredeyse aynı zamana denk gelen mini dizisinden bahsetme gereği duyuyorum. Zira kitapta bir din adamı olarak tasvir edilen Özgürlük Cemiyeti’nin liderinin, dizide bir medya patronu olarak karşımıza çıkması, konjonktürel anlamda oldukça derin okumaların kapısını aralıyor.

Gerçekten de böylesi bir müdahaleyle müthiş bir aydınlanma yaşayan insanlar için din, çok geçmeden anlamını yitiriyor. Yazarın da tarifiyle; ‘İnsanlık eski tanrılarını yitirmiş, artık yenilerine ihtiyaç duymayacak kadar büyümüş’ oluyor. Ama göklerde imparator gemilerinin belirmesinin ardından yalnızca din değil; ticaret, ekonomi, sosyal yaşam ve hatta sanat da müthiş bir değişime uğruyor. Basit tarifle, insanların artık çalışmasına gerek kalmıyor. Dünya üzerindeki tüm topraklar kendi ihtiyaçlarını üretebilecek güce eriştiği için, ticaret anlamını yitirmiş, zaten sınırlar ortadan kalktığı için ‘ülke’ ifadesi de içi boşalmış bir kelime haline gelmiş oluyor. Nihayetinde, bu büyük devrim karşısında aslında hep hayalini kurdukları yaşama kavuşmuş gibi görünen insanoğlu, haklı bir şok yaşıyor. Neredeyse hayattaki tüm amaçlarını yitirmiş olmanın getirdiği boşluk duygusuyla sık sık “Şimdi ne yapacağız?” sorusunu sormaya başlıyor.

İlk iki çocuk

Karellen, gemileri gökyüzünde belirdikten ve tüm dünya düzenini bir anda değiştirip insanlığa çağ atlattıktan yaklaşık 20 yıl sonra, nihayet insanlıkla yüzleşme zamanının geldiğine karar veriyor. Yıllardır gökyüzünde asılı duran gemisi yeryüzüne indiğinde Karellen, öncelikle iki çocuğun kendisiyle tanışmak üzere yanına gelmesini rica ediyor. Doğdukları günden beri ara ara duydukları bu sese ve gökyüzünde asılı duran o azametli gemiye alışık olan iki çocuk, hiç tereddütsüz Karellen’la tanışmak üzere gemiye gidiyor. Biraz sonra, bu iki çocukla beraber geminin kapısında beliren Karellen tasviri ise tam anlamıyla şok etkisi yaratıyor. Dünyaya adalet ve barış getirmeye çalışsa da kafasında bir hale ile beyaz ışıklar içinde gelmeyeceğini az çok tahmin edebildiğimiz Karellen, alışılmışın dışındaki formu ile tanıdığımız tek bir meleğe gönderme yapıyor. Karellen’ın insanlığın karşısına, onların arasından iki çocukla çıkmak gibi politik bir hamlede bulunması ise ister istemez ‘çocukluğun sonu’ ifadesiyle sıkı bir denklem oluşturuyor. Bu denklemin aslında hikayenin omurgasındaki formül olduğu, zaten hikâyenin sonunda kendini belli ediyor.

Kitabın tek ciddi sorunu, karakter oluşumlarındaki yetersizlik. Çoğu karakterin vasfını ve gelişimini açıklamadan hatta ipucu vermeden bir cümle arasında adını geçirerek hikâyeye dahil eden Clarke, bu heyecanlı metne rağmen okuyucusunun dikkatini yitirebiliyor, zaman zaman ‘bir şeyler mi kaçırdım?’ kaygısıyla geri dönme ihtiyacı uyandırıyor. Yine de çeviri dünyasının taze kanlarından biri olan Ekin Odabaş’ın Türkçesiyle okuduğumuz İthaki baskısı, akıcılık ve anlaşılırlık anlamında yüksek bir puanı hak ediyor.  

Çocukluğun Sonu
Arthur C. Clarke
Çeviri: Ekin Odabaş
İthaki Yayınları
256 sayfa.