Kültürel bir kavram olarak patriksizlik

Yaklaşık on yıldır süren patriksizlik, toplumun, geleneksel cemaat olma durumunun parçalanmasının bir tezahürü. Bir sanatçının, Aret Gıcır’ın Mesrop Mutafyan adlı bir patrikle sanatsal olarak uğraşıyor olması bu kaygının, daha doğrusu bu yitişin bir yansıması olabilir mi?

Aret Gıcır’ın, Galata Rum Okulu’nda açılan Günden Güne sergisinin öznesi olan Mesrob Mutafyan henüz patriklik makamına oturmak gibi iddiası olmadığı bir dönemde, 1461 yılında kurulan patrikliğin 1920’lerden itibaren fiilen yok hükmünde olduğunu söyleyen Kahire doğumlu rahip ve kilise tarihçisi Dr. Zaven Arzumanyan’a karşı bir yazı yazmamı arzu etmiş, benzer fikirlerin aslında diaspora çevrelerinde yaygın olduğunu eklemiş ve bütün bunlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylemişti. Mesrop Mutafyan, İstanbul Ermeni Patrikliği’ne, onun maddi ve manevi varlığına inanan biriydi, en azından son yıllarına kadar bıraktığı intiba bu yöndeydi.

Tedirginlik ve tekinsizlik

Aret Gıcır’ın devasa tablolarında hapsolmuş, yaşam mücadelesini günden güne yenik düşerek değil, direnerek sürdüren Mesrop Mutafyan ise anonim, kolektif bir karakter. Hastalığı tablolardan dışarı yansıyan bir hâl olmaktan ziyade, ziyaretçinin bilgisiyle örülen, tamamlanan bir durum. Kendisini bu verili algıdan soyutladığımızda ortaya çıkan; nasıl biri olduğu, kim olduğu, ne olduğu hakkında sorular yaratıp bizi büyük bir meçhulün önüne sürüklüyor aslında. Galata Rum Okulu’nun bir labirente giriyormuş hissi veren merdivenleri, uzun sakalı, yumuşak bir yastık üzerine, ağzı yarı açık bir kafa ile yatan karakterin asılı olduğu tabloyla nihayetlendiğinde, kaybolmama duygusunun verdiği rahatlık tedirginliğe ve tekinsizliğe bırakıyor yerini. Rahatsız edici bir görüntü ile karşı karşıyayız. Buna rağmen, sergi geneline bakıldığında, karakterin en masum, en suçsuz, en arınmış görüntüsünü yakalayabildiğimiz duruşu bu. Bu eser karşısında metanetli bir duruş sergilemek ancak Mesrob’u tanımamakla mümkün olacaktı belki de ve ben, sadece burada değil, diğer tabloların önünde de, karakterin hastalığının baskısı altında kalmış bir izleyici olmaktan çok, bir yansıtıcıyım. Karakterin hastalık sebebi, adımlarımı attıkça karşılaşacağım onun garip ve alışılmadık duruşlarının sorumlusu, gittikçe kendisini hasta edenim...

Karakterin dinginlik örtüsü altında yatan bu uyuşukluğu, elimde, patriksizlik durumunu niteleyen bir anahtar olabilir.

10 yıllık patriksizlik

Bu sergiyi açmaya hazırlandığında gelecek tepkilerden çekinip çekinmediğini Aret’e sorduğumu hatırlıyorum. Yaklaşık 10 yıldır patriğin manevi şahsına karşı saygısızlık olacağı bahanesiyle seçim yaptırmayan, hatta eş-patrik seçimini bile sabote eden “önde gelenler” pek tabii onun bu karakterize edilmiş görüntüsünü tepkiyle karşılayabilir, sanat eserlerine karşı tahammülsüzlük gösterebilirlerdi (1) .

Takriben 10 yıldır devam eden bu patriksizlik aslında büyük ve derin bir ilgisizliğin de göstergesi. Tarihten ve hâlâ hayatta olan insanların aktardığı anılardan aslında benzer bir durumun 1944-1951 yılları arasında da yaşanmış olduğunu biliyoruz. Patrik kaymakamı sıfatını almış bir Episkopos yedi yıl boyunca makamı yönetmiş ve o dönem Türkiye Ermeni cemaatinde izleri hâlâ bugün bile görülen, anısı anlamsız bir şekilde hâlâ taze derin ayrışmalar yaşanmış, kavgalar edilmiş, kamplaşmalar olmuş ve karşıt taraftakiler birbirlerine tehditler yağdırmıştır. O dönem ile karşılaştırıldığında, şimdiki durumun ilgisizlikten de öte bir anlamı ifade edecek bir sıfata ihtiyacı var.

1915 ve patrikliğe vurulan mühür

Siyasi saiklerle ve kadim Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği karşısında dengeleyici bir unsur olarak 1461 tarihinde tesis edilip tarih sahnesine çıkarılan İstanbul Ermeni Patrikliği, Ermeni Kilisesi’nin diğer patriklik makamlarıyla çatışma içine girip zaman içinde nüfuzunu arttırmış ve XX. yüzyıla  gelindiğinde en kuvvetli makama dönüşmüştü. Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan Batı Ermeni toplumunun öneminin artmasından bağımsız düşünmemek gerekir tabii. 1915’deki Yıkım beraberinde patriği de sürgüne yollamış, patrikliğe de kelimenin tam anlamıyla mühür vurmuştu. Halkın namevcudiyeti patrikliği de gereksiz kılacaktı doğal olarak. Fakat diğer yandan bu kurumun asırlar boyunca kazandığı ivme, önüne çekilecek herhangi bir barikatı devirecek boyuttaydı ve dolayısıyla yeniden mevcutiyet bulması çok uzun sürmedi. Artık olmayan, yaşamayan halka rağmen, kurumsuzlaştırılmasına, itibarsızlaştırılmasına rağmen...

Aret Gıcır’ın öznesi günden güne çözülmeye başlayan, parçalanan (2) Türkiye Ermeni toplumuna karizması ve çabasıyla yeni bir ivme kazandırmıştı hiç şüphesiz. Patriklik tahtına seçilmesi yeni bir dönemin müjdecisi idi pek çokları için. Gelenekten gelen kurumun gerekliliği fikrini genç insanlara yeniden aşılamaya başladığı, onları bu yönde ikna ettiği, makamı şahsıyla doldurduğu bir zamanda Mutafyan, aslında gerekli olanın şahsı ve kişiliği –şahıs ve kişilik– olduğunu anlatırcasına, toplumundan mahrum bırakıldı. Anlatırcasına değil: Aret Gıcır’ın tuallerine bakdığımızda kullanacağımız fiil aslında haykırırcasına! Çaresizce, sessizce haykırarak...

Yitişin yansıması

Yaklaşık on yıldır süren patriksizlik, toplumun, geleneksel cemaat olma durumunun parçalanmasının bir tezahürü. Bir sanatçının, Aret Gıcır’ın Mesrop Mutafyan adlı bir patrikle sanatsal olarak uğraşıyor olması bu kaygının, daha doğrusu bu yitişin bir yansıması olabilir mi? Patrik ve patriklik kurumsal olarak en kuvvetli olduğu dönemlerde yazın ve sanat dünyasının ilgi alanı değildi. Fakat bu zayıflığın, günden güne ölmemek için çırpınışın, kendini ispat için tüketilen gücün, bu devasa patriksizliğin bir kavram olarak literatüre girişini Aret Gıcır’ın bu sergisi ile ortaya koyduğu duyarlılığına borçluyuz belki de.

Sergideki ağzı yarı açık, kurban edilmiş koyun başı az ötesindeki ağzı ve gözleri açık bir şekilde son nefesini vermiş Mesrob’la bütünleşiyor ve her ikisi diğer odada sergilenen tabutu arıyorlar nihayetlenmek için. Sovyet Ermenistanı’nın Stalinizm’e verdiği en önemli kurbanlardan şair Yeğişe Çarents’in (1897-1937), “Benden hariç bir kurban talep edilmesin, / Hiçbir gölge darağcına yanaşmasın” dizeleri vardı aklımda bu üç tabloyu yanyana getirirken. Bu anlamda, aynı kare içine yerleşen silahın, Türkiye Ermeni toplumundan alacağı, talep edebileceği yegane kurban kurumsuzlaştırılmış, zavallılaştırılmış bir patriktir sadece (3). Öyle midir?

Bütün bunlardan öte, mavi tonların ardına gizlenen bir şahsın eziyetini düşünmek istiyorum. Her bir tabloda yalnız yahut kendisi ile savaş ve barış halinde olan kişi, bir kadının şefkatine kendisini teslim ettiği tuvalde aslında çaresizliğinin ve yalnızlığının ne kadar da acıklı olduğunu anlatıyor. Kendinden emin duruşlarında, elinde haç, göğsünü gere gere gezinirken, kravatlıların ellerini sıktığında, toplumsal faaliyetlerin peşinde koşturduğunda, tüm bu havalı durumlarda bile aslında bâkir bir ruhani olmanın verdiği biricikliği ve bir kadının göğsüne başını yaslamanın vereceği rahatlama özleminin içten içe ve günden güne bedenini kapladığını, ruhunu doldurduğunu anlamak gerekir. Ve aslında unutuş buradadır. Patriğin hastalığı; Fronto-temporal demans her ne kadar çıkış noktası olsa da, Mutafyan’ın kurumsuzlaştırılmışlığının, kendi ilkelliğine dönüşünün tezahürü, bugün annesi de olsa bir kadının şefkatli kollarında bulduğu bilinçsiz istirahattır.

Hrant Dink ve Mutafyan

Herkesin kafasını kurcalayan, doktorların bile cevabını vermekte zorlandığı soru Mutafyan’ın nasıl böyle bir hastalığa tutulduğu. Kendisini şahsen tanıyanlar, benzer bir hastalığa herkesin yakalanabileceği ihtimalini kabul etmekle beraber, bunun Mutafyan için geçerli olamayacağı fikrinde eminim birleşiyorlardı. 1915’te gördükleri ve yaşadıkları karşısında aklını yitiren Komitas gibi yaratıcı bir deha günden güne, hastalığının farklı evrelerini yaşarken, Mutafyan’ın yitişi Hrant Dink cinayeti ile doğrudan ilişkilendirilse bile, aslında yaşananların, olup bitenin gizliliğinin dehşet verici boyutu hakkında da bir fikir veriyor. Bu bağlamda bizim de zihnimizi yitirmemiz söz konusu olabilir. Yazının başında kolektif bir karakter olarak algıladığımı söylediğim Mesrop Mutafyan imgesi ile Aret Gıcır hepimizi de içine alabilecek derecede geniş bir açı ortaya koyup ruhani önderle halkını buluşturabilecek korkunç bir nokta daha sunuyor aslında.

1920’lerden sonra aslında belki de hiç olmayan patrikliği şahsı ile yeniden tesis etmenin telaşı bir belaya dönüşüp patriğin kendisini de yok etti. Geride kalanın ne olduğunu veya ne olacağını günden güne anlayabileceğimizi zannetmiyorum. Aret Gıcır’ın sergisi bana bütün bunları düşündürtmesine karşın, birçok bilinmeyeni de onlarla mücadele etmem için önüme serdi.

Notlar:

1- Onların, bir aydır açık olan sergiyi sergiyi ziyaret etmediklerine gayet eminim.

2- Parçalanma ve çözülmeyi bölünmüşlük anlamında kullanmıyorum.

3- Yazarken, Çarents’in bu dizelerini Hrant Dink öldürüldükten hemen sonra kaleme aldığım makalede de kullandığımı hatırladım. Tesadüf olmadığını biliyorum.

Bu yazı “Bir kolektif kişilik olarak Mesrob Mutafyan’ın onulmaz ıstırabı” başlığı ile ilk olarak express dergisinde yayınlanmıştır (Yaz 2016, Sayı 144, ss. 18-21).



Yazar Hakkında