VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Türkiye’ye dair kaygılar

Belli bir mesafeden bakınca Türkiye’deki durum kaygı verici görünüyor. Gözlemcilerin birçoğu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin bir diktatörlük rejimine doğru gitmesinden korkuyor. Beni soracak olursanız, benim korktuğum şey bundan bile kötü.

Diktatörlük, Türkiye’deki mevcut siyasi gidişatın tek olası sonucu olmamakla birlikte, düşünülebilecek en kötü senaryo da değil. Benim korkum, Türkiye’deki mevcut siyasi gidişatın büsbütün sürdürülemez hale gelip ülkenin bölgedeki birçok devlet gibi başarısız devletler kervanına katılması. Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı anda birçok savaşa girmeyi seçti ve şahsen tüm bu savaşlardan zaferle çıkmanın nasıl mümkün olabileceğini bilmiyorum. Tüm olanları göz önüne alınca beklediğim sonuç bu. Yanılıyor da olabilirim tabii. Duruma birlikte bakalım.

Birincisi, Türkiye halkının, bugüne kadar demokratik iradesini birçok kez bastıran ordunun geri dönüşünü açıkça reddettiği Temmuz ayındaki başarısız darbe girişiminden beri Cumhurbaşkanı orduya güvenmiyor. O zamandan bu yana binden fazla general, yüzlerce subay ve binlerce asker tutuklandı.

22 Kasım tarihli haberlere göre, 15 bin devlet memuru daha görevden alındı; böylece görevden alınan toplam asker, polis, hâkim ve memur sayısı 125 bine ulaştı. 40 binden fazla kişi tutuklu, diğerleriyse yargılanmayı bekliyor. Bu da devlet bürokrasisi ve güvenlik aygıtındaki pek çok kişinin öfkeli olduğu anlamına geliyor.

İkincisi, Cumhurbaşkanı ABD’de yaşayan din adamı Fethullah Gülen ve cemaatine karşı savaş açmış durumda. Bu bir “iç savaş” sayılabilir, zira savaş halinde olan taraflar hem eski müttefikler hem de Türkiye tipi siyasal İslam’ın iki farklı modern kanadını teşkil ediyorlar. Tüm dünya, İslami demokrasinin ortaya çıkması umuduyla Türkiye’yi heyecanla takip ediyordu, fakat Erdoğan ve Gülen arasındaki iç çatışma bu umudu suya düşürdü. Gülen cemaatine destek vermek Türkiye’de artık eziyet çekme riskini beraberinde getiriyor. Bir habere göre, “Gülenci” oldukları şüphesiyle 36 bin kişi hapse atıldı, değeri 10 milyar dolar olduğu tahmin edilen 600 şirkete el kondu. Bu gelişme, 20. yüzyılda Ermeni ve Rum burjuvazisinin varlığına el konulması gibi, Türkiye’de yeni bir servetin el değiştirmesi vakası gibi görülebilir mi?

Üçüncüsü, binlerce gazeteci ve akademisyen tutuklandı veya işini kaybetti. Türkiye’deki entelektüel kesimin ne olursa olsun ülkeyi terk etmeye çalıştığına dair haberler giderek artıyor. Bu baskının amacı, toplumun kendi durumu üzerine düşünme kapasitesini köreltmek. İlginçtir ki işini kaybeden akademisyen sayısı, işten atılan asker sayısından daha fazla (5 binden fazla akademisyene karşılık 3 binden fazla asker).

Bir de şuna gelelim: Kendi ordusuyla savaş halinde olan bir lider, aynı zamanda bizzat bu orduyla üç savaşı kazanmaya çalışıyor. Birincisi, kısmen bir iç mesele olan Kürtlere karşı savaş. 2015 yılının ortasından beri Kürtlerin yaşadığı güneydoğu bölgesi bir kez daha muharebe alanına döndü. Kürt gerillalarının da hataları oldu elbette, fakat Türkiye yönetiminin bu iç savaşı engellemek için akıllıca davrandığını söyleyebilir miyiz? Savaş sadece PKK savaşçılarına yönelik değil; Kürtlerin tüm özerk siyasi girişimleri de hedefte: Mardin belediye başkanı, 75 yaşındaki Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş ve 10 HDP milletvekili tutuklu. Diyarbakır eş belediye başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı da hapiste. Bu sadece gerillalarla savaşmak değil; nüfusun bir kısmının siyasi özerkliği ortadan kaldırılıyor.

Türkiye ayrıca modern tarihinde ilk defa ülke dışındaki savaşlara dâhil olarak kaygan bir zemine adım attı. Türkiye ordusu hâlihazırda Irak’ta bulunuyor; burası güvenilmez ittifaklar ve değişen cephelerle en çetin savaşlardan birinin yaşandığı bir yer. Musul’daki savaş alanının yakınında duran Türkiye ordusu, Washington, Tahran ve Moskova’nın desteklediği Bağdat’taki siyasi-askeri ittifakı tehdit ediyor. Türkiye’nin müdahalesi Türkmenleri veya Sünni Arapların haklarını savunmak adına yapıldı. Dahası, Ağustos ayından beri, yani başarısız darbe girişimden birkaç hafta sonra, Ankara silahlı kuvvetlerini IŞİD’e karşı savaşmaları için Suriye’nin kuzeyine gönderdi, fakat oradaki esas stratejik amaçları Kürt gerillalarının Afrin ve Menbiç arasında kara bağlantısı kurmalarını önlemekti. Şimdi o bölge de günümüzün en büyük savaş alanlarından biri; Halep’in kuzey kırsalı olan bölgede birkaç yerli milis gücü, bölgesel ordular ve büyük devletlerin birlikleri egemenlik kurmak için savaşıyor. Türkiye ordusunun şu an IŞİD kontrolünde olan El-Bab’a ilerleme çabaları, rejimi destekleyen güçlerin aniden Halep’in doğusundaki birkaç mahalleye ilerlemesiyle birlikte boşa çıktı.

Hepsi bu kadar da değil. Türkiye ayrıca ABD ve AB de dâhil olmak üzere geleneksel müttefikleriyle de açık çatışma halinde. Yakın zamanda Erdoğan Türkiye’nin, NATO’nun rakibi olan Şangay Beşlisi’ne katılabileceğini açıkladı. II. Dünya Savaşı’nın bitişinden beri Türkiye’deki siyasi istikrar Batı kurumlarıyla birleşip Ortadoğu’ya özgü sorunlardan uzak durmakla sağlandı. Bu dış politika, öngörülemeyen sonuçlarla birlikte tepetaklak oldu. Türkiye’nin ekonomisinin aşırı tüketimle birlikte zayıflayıp yabancı yatırımlara muhtaç hale geldiği bir dönemde ABD ve AB ile kavgaya tutuşmak doğru bir politika mı?

Türkiye, tıpkı Irak ve Suriye gibi, Osmanlı sonrası bir devlet. Üç devlette de ordu-güvenlik düzeni devletin bel kemiğiydi. Toplumsal, ekonomik ve demografik gelişmeler bu modeli köhne hale getirdi ve Irak ile Suriye’nin dönüşümü kaotik ve şiddet dolu bir hale büründü. 2002’den itibaren Türkiye değişime doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Ne var ki özellikle geçtiğimiz Temmuz ayından beri o kadar çok çatışma yaşandı ki, bunca çatışmayı sindirebilecek bir sistem olabileceğini sanmıyorum.

Türkiye’nin geleceğinden kaygılıyım ve en büyük korkum da bir diktatörlük rejiminin kurulması değil.