Sabiha-Hatun’un sırrı

Çarpıcı bir iddia... Hripsime Hanım Atatürk’ün manevi kızının yeğeni olduğunu iddia ediyor... Bu iddiayı Ermeni kaynakları da destekliyor.

O sadece Türkiye’nin değil, Türklüğün de simgesel isimlerinden biri oldu. Her şeyden önce Atatürk’ün manevi kızıydı ve ondan aldığı güçle model Türk kadınını temsil ediyordu. Ününe ün katan asıl yanı ise Hava Kuvvetlerinde ilk Türk kadın pilot olmasıydı üstelik de Dersim isyanını bastıran kahramanlardan(!) biriydi.

Sözün kısası, çağdaş Türk kadınının mümtaz bir örneğiydi.

Sabiha Gökçen üzerine sayısız yazı yazıldı, belgesel yapıldı. Ne var ki işte Ermenistanlı Hripsime Sebilciyan’ın önemli bir iddiası bunların hiçbirinde yer almadı.

Hripsime Hanım Sabiha Gökçen’in kendi teyzesi olduğunu iddia etmekle kalmıyor, bunun net bir gerçeklik olduğunu savunuyor. Türkiye’de bir süre temizlik işlerinde çalışan ve şu sıralar tekrar Ermenistan’a dönen Hripsime Hanım’ın anlattıkları hayli ilginç:

“Sabiha Gökçen teyzemdir. Biz aslen Antepliyiz. Kökümüz Sebilciyan ailesidir. Ailenin annesi Maryam Sebilciyan’dı, babası ise Nerses Sebilciyan. Nerses 1915’teki olaylar sırasında öldü. Maryam ile Nerses’in, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Kızlardan biri Diruhi benim annemdi, diğeri de Hatun’du. İşte Hatun, Sabiha Gökçen’in ta kendisidir, yani benim teyzemdir. Erkek kardeşlerin yani dayılarımın adları ise Sarkis, Boğos, Haçik ve Hovhannes Sebilciyan’dır.”

Hripsime Gazaryan’ın (Sebilciyan) anlattığı, 29.01.2004 tarihinde banda alınan ve Diran Lokmagözyan tarafından kaleme alınan görüşmenin tam metni şöyle:

“Annem ve o Cibin’deki yetimhanedeydiler. Atatürk o dönemde gelmiş ve evladı olmadığından demiş ki ‘Bir dolaşmalı ve kızların en sevimlisini görerek onu beraberimde alıp kendime evlat edinmeliyim.’ İşte o zaman teyzemi görmüş ve şirin bir kız çocuğu olduğundan parmağıyla işaret ederek demiş ‘Ben bu kızı istiyorum.’ Hangi yetimhanede imişler bilmiyorum. Büyükannem Mariam zaten birçok çocuğun bakımını üstlenmişti. Beş dayım var, bir de teyzem, başka kimsem yok. Annemi ve teyzemi büyükannem götürüp yetimhaneye vermiş. O zaman Atatürk bölgeye gelmiş ve götürmek istemiş. Teyzemi kolundan tutup çekmiş ve kucaklamış, o gitmek istememiş ancak annemin elinden zorla çekmişler. Annem diyor ki ‘O ağlayaraktan gitti, ben de ağladım ve böylece ayrılmışız. İşte o zaman ablam beş-altı yaşında idi.’

11-12 yaşında olduğu günlerde, annem duymuş ki teyzem Atatürk’ün kızı olmuş, ismini değiştirmişler. Oysa gerçek adı Hatun imiş. İsmini Sabiha Gökçen koymuşlar, ondan sonra da Sabiha Gökçen olarak kalmış. İşte ondan sonra dayılarım hep Türkiye’ye başvurarak onun hakkında bilgi istemişler. Dayımın çocukları da başvurarak ‘Orada halamız var’ demişler. Dayılarım da başvurup ‘Orada bizim kız kardeşimiz var’ demişler ama hiç kimse başvurularına yanıt vermemiş. O dönemde zaten herkes çekiniyordu. Hiçbir bağ sağlanamamış biz de Yerevan’dan birkaç kez ‘Hayreniki Tzayn’ gazetesine ilan verdik ve gazetenin İstanbul’a başvurup aramasını istedik. Annem Hatun teyzemin tarifini yapmış, ‘O benim kız kardeşimdir’ demiş, ‘Onu arıyorum’ demiş. Fakat kendisine mektup göndererek, ‘Elimizden bir şey gelmez’ diye kestirip atmışlar. Çünkü o zamanlar eğer onun Ermeni kızı olduğunu öğrenseler başını yerler ve böylece kendisine zarar verirler. Anneme Atatürk’ün onu evlatlık olarak götürdüğünü söylemişler. Sonra zaten ‘Hayreniki Tzayn’ gazetesine de Türkiye’den yanıt vermişler. Eçmiadzin’e giderek papazlara da başvurarak ilgilenmişler ancak şimdi adının Sabiha Gökçen olarak değiştirildiğini söylemişler, ‘Şimdi artık Hatun değil Sabiha Gökçen’dir’ demişler.

Biz 1946 tarihinde Suriye’den Yerevan’a göç ettik. Annem ve bir dayım da geldiler, ama büyükannem ve dayılarım Suriye’de kaldılar. Büyükannem 15 yıl önce vefat etti. Ben Suriye’ye gittiğimde dayımın kızı bana dedi ki, ‘Biz birçok kez Türkiye’ye başvurduk ve orada bir halamız bulunduğunu söyledik ancak hiç kimseden yanıt alamadık’. Demişler ki ‘Bizim yapacağımız bir şey yok, o onların sorunudur ve fazla ilgilenilmesi yasaktır. Çünkü o bir Ermeni kızıdır ve üsteleyince kendisine zarar verirler’.

Ben hiçbir şey istemiyorum. Annem yalnız kalmıştı ve diyordu ki ‘Eğer kız kardeşim ölmüşse mezarından bir avuç toprak getirip benim mezarımın üstüne koyun ki ben de yattığım yerde rahat uyuyayım. Ancak eğer sağ ise bilsin ki akrabaları var. Annesi var, kardeşleri var, kız kardeşi var, sahipsiz değil’. Bütün bunlar annemin anlattıklarıdır. Öldüğü âna kadar hep böyle dedi. ‘Arayıp kız kardeşimi bulun’ derdi, ‘Sabiha, Atatürk’ün kızıdır. Ve benim öz kız kardeşimdir. Bari nerede gömülü olduğunu bileyim’.

 Ben televizyonda teyzemi gördüm. Ölümünden üç ay önce İstanbul’daydım. Bir ziyafet vardı, teyzem Sabiha geldi o ziyafet toplantısına. Tıpkı ninemdi. O kadar benziyordu ki. Bir elmanın ikinci yarısı gibiydi. Zaten kendi resmine de baksanız tıpkı nineme benzediğini görürsünüz. Zamanında bir dostumuz gitmiş ve Halep’te dostu olduğunu söylemiş, ‘Dayımın kızıdır’ demiş. Herhalde annemin dayısının oğluydu. Annemin dayısının oğlu da Sabiha’nın yanına gitmiş, ‘Ben senin dostunum’ demiş, ona para ve altın vermiş. Evini bir görseydiniz, her tür yardımda bulunmuş annemin dayısının oğluna. Bunu annemin öz dayıoğlu anlatmıştır.”

Diğer bir kaynak

Aslında Hripsime Hanım’ın bize anlattıkları bizler için o kadar da sürpriz değil. Ermeni dönmeler konusunda artık öylesine efsanevi sürprizlere alışkınız ki artık bu tür bilgileri sıradan vakalar olarak değerlendiriyoruz. Muhtemelen Sabiha Hanım’ın öyküsü de bunlardan biri olmalı. Nitekim Sabiha Hanım’a ilişkin iddialar sadece Hripsime Hanım’ın iddialarıyla sınırlı da değil. Ermenice sözlü ve yazılı kaynaklarda da benzer iddialara rastlamak mümkün.

İşte bu iddialardan biri de yazar Simon Simonyan’a ait. 1972’de Beyrut’ta yayımlanan ‘Ler yev Cagadakir’ (Dağ ve Alınyazısı) adlı kitabındaki öykülerinden biri de bu iddiayla ilgili. Tıpkı Hripsime Hanım’ın iddiaları gibi Simonyan da o öyküsünde Sabiha Hanım’ın kökenine dair benzer iddialarda bulunuyor. İddialar öylesine benzer ki, doğrusu insanın içinden kuşku geçmiyor da değil. Acaba Hripsime Hanım bu yazıdan esinlendi de bazı iddialar mı ortaya atıyor, yoksa her iki iddia da gerçekliği yansıtıyor da, biz mi bilmiyoruz?

Dönmeler meselesi Türkiye’de henüz akademik ciddiyetle ele alınmamış, tabu bir konu olarak duruyor. Biz ise şimdilik sütunlarımızı Ermeni dünyasının Sabiha Gökçen’le sınırlı iddialarının yazılarına ve fotoğraflarına ayırmakla yetiniyoruz.

Araştırmacılara ve akademisyenlere bir ipucu verebiliyorsak eğer, ne âlâ... 

Genelkurmay Başkanlığı’nın Sabiha Gökçen haberi açıklaması

Sabiha Gökçen, Türk Silahlı Kuv-vetleri’nin ilk kadın savaş pilotu olarak Türk havacılığının onursal bir ismidir. Sabiha Gökçen aynı zamanda Atatürk’ün Türk kadınının Türk toplumu içinde bulunmasını istediği yeri gösteren değerli ve akılcı bir semboldür. Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun, tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır.

Yüce Atatürk, Türk milletini (Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir) şeklinde tanımlamıştır. Atatürk milliyetçiliği görüldüğü gibi etnik ve dini temellere dayanmamaktadır. Anayasamızın 66. maddesinde de Türk vatandaşlığı (Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür) şeklinde ifade edilmektedir.

Bir iddiayı, milli duygu ve değerleri de kötüye kullanarak, bu şekilde yayımlamanın habercilik olarak nitelendirilmesini kabul etmek mümkün değildir. Burada asıl önemli olan husus, yapılan bu haber ile neyin amaçlandığıdır.

Son zamanlarda, Türk medyasının bir bölümünde, Atatürk milliyetçiliğine ve ulus-devlet yapısına karşı sürdürülen haksız ve temelsiz eleştiriler yanında, Atatürk milliyetçiliği yerini almak üzere sağlıklı olmayan ve tehlikeli düşüncelere, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ve sorumsuzca yer verildiği kaygı ile izlenmektedir.

Ulusal birlik ve beraberliğimizin en güçlü olması gereken bu dönemde milli birlik ve beraberliğimize ve milli değerlerimize yönelik bu tip yayımların ne amaçla yapıldığı, Türk toplumunun büyük bir kesimince artık anlaşılmakta ve endişe ile izlenmektedir.

Türk milletinin birlik ve beraberliğine, layık olduğu toplumsal barışa, Atatürk’ün manevi varlığına ve düşünce sistemine, Türk milletine yakışır sağduyu içerisinde sahip çıkmanın ve savunmanın, TSK yanında, her Türk vatandaşına ve bütün kurumlarına düşen açık ve seçik bir görev olduğu ortadadır.

Bu kapsamda Türk medyasının Atatürk’ün manevi varlığına, düşünce sistemine, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilke ve değerlerine, Türk milletinin birlik ve beraberliğine, daha duyarlı olması ve yayım ilkelerini bu düşünceler ışığında gözden geçirmesi de ulusça beklenmektedir.

22 Şubat 2004