Onun için düşman bellenen grubun mezarlıklarına saldırı tarihte vaka-i adiyedir. Onun içindir ki Ermenileri Anadolu’dan temizlemekle ‘yetinilmemiş’, mezarları da hedef alınmış, çoğu yerde dümdüz edilmiştir.
William Saroyan’ın, ‘Madness in the Family’ (Ailede Delilik) diye bir öyküsü vardır. Öyküde anlatılan ‘deli’, Amerika’ya göçmek zorunda kalan ilk kuşak Ermenilerden biridir. Ona deli derler, çünkü Ermenilerden biri bir an evvel ölsün de gömülsün diye bir saplantısı vardır. Adeta biri ölsün diye milletin ağzının içine bakar. Her karşılaştığına, özellikle de yaşlıca olanlara sağlığını sorar ve “İyiyim” cevabını alırsa üzülür, canı sıkılır. Karşısındakini, “belki o kadar da iyi olmadığına” ikna etmeye çalışır. “Birazcık başı bile mi ağrımıyor?”dur. Bir süre sonra insanların moralini o kadar bozar, o kadar bıktırır ki, uzaktan onu gören yolunu değiştirmeye başlar. Tabii nihayet, bir gün biri ölür ve ‘Ararat Mezarlığı’na gömülür de bizim adam da rahatlar.
Peki, bu adam niye buna takmıştır? Bu sorunun cevabını öyküdeki tek bir cümle çok iyi veriyor: “Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?” Malum, köklerinden koparılan Ermeniler –veya diğer göçmenler– için bir yerde yerleşik ve oraya ait olma hissi psikolojik açıdan hayati, hayata tutunma belirtisi. Aidiyet hissiyle de mezarlıklar arasında doğrudan bir ilişki var. Mezarlıklar, kolektif kimliklerin görünen hafızası oluyor, bellek için bir çapa vazifesi görüyor. İnsanlar ona tutunuyor. Geniş bir arazide asırlardır yan yana birikmiş, yerine göre yüzler, yerine göre binlerce mezar taşı, insanlara “Buradaydık, buralıyız” dedirtiyor.
O gruptan olmayanlar için de mezarlıklar, o grubun aidiyetinin göstergesidir ama bu sefer, tam da bu nedenden dolayı, hedef olarak. Onun için düşman bellenen grubun mezarlıklarına saldırı tarihte vaka-i adiyedir. Onun içindir ki Ermenileri Anadolu’dan temizlemekle ‘yetinilmemiş’, mezarları da hedef alınmış, çoğu yerde dümdüz edilmiştir. Hadi yaşayan Ermeniler bebeğine varana kadar “düşmanla işbirliği yapan hainler”di. Ölüler de mi “düşmanla işbirliği” yapmıştı? Geceleri hortlayıp Osmanlı askerlerini korkutuyorlardı herhalde. Ama olmazdı, mezarlar bırakılamazdı. Düşünebiliyor musunuz; bir şehirde veya kasabada bir tane bile Ermeni kalmamış ama binlerce Ermeni’nin yattığı bir mezarlık sapasağlam duruyor, çok tuhaf olmaz mıydı? Gelecek kuşaklara ne diyecektiniz? Sonuçta, yaşamayanlar ölemezler; hayat varsa ölüm var. Kişiler için olduğu gibi, halklar için de... Yaşadığını gizlemek istediklerinin ölülerini de gözden kaybetmen gerekir. Benzer bir durum Avrupa’daki, özellikle Doğu Avrupa’daki Yahudi mezarlıkları için de söylenebilir. Mezarlıklara saldırı, hafızaya saldırıdır.
6-7 Eylül (1955) denince akla daha ziyade dükkânlara yapılan saldırılar gelir ama mezarlıklara da birçok saldırı olmuştur. Hadi dükkânları yağmalamanın çift yönlü bir ‘fayda’sı var. Hem düşman bildiklerini zarara uğratıyorsun, hem aradan ganimet çıkarıyorsun. Ayrıca, onları korkutup kaçmalarını sağlıyorsun. Mezarlıklara neden saldırıyorsun? Ölülerden gelen bir zarar mı var? Çünkü mezarlıklar varlığın, tarihin, aidiyetin ve meşruiyetin göstergesi ve simgesi. Mezarı yok edilmeyenin varlığı yok edilemez. Yaşayanları korkutur kaçırırsın ama ölüler kendileri kalkıp gidemez. Onun için birilerinin o mezarları da ortadan kaldırması gerekir.
Velhasıl, mezarlıklar hayatın da, siyasetin de devamıdır. Mezarlıklar siyasi, ölüm politiktir. Bunu görmek için her zaman uzak tarihe veya soykırımlara gitmeye gerek yok. Bizim şahit olduğumuz yakın geçmişin kimi olaylarını arka arkaya saymak yeter: Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılanlar, darbe girişimi sonrası oluşturulan ‘Hainler Mezarlığı’, öldürülmüş PKK’lıların mezarlıklarına yapılan saldırılar, şimdi tam olarak neresi olduğunu hatırlamadığım bir tatil beldesinde, senelerdir orada yaşayan bir ‘yabancı’nın Müslümanlarla aynı mezarlığa gömdürülmemesi... Türkiye’de Sünni Türklüğün ötekisi veya antitezi olarak tanımlanan veya siyaseten düşmen bellenen kimliklerin mezarlarına karşı da mücadele, sanki yaşıyorlarmış gibi devam eder. Ölüler ölmüş ama ruhlarına eziyet eden zebanileri bu tarafta kalmıştır.
Bu arada, eğer okumadıysanız, Saroyan’ın yukarıdaki öyküsünün de bulunduğu, naçizane kulunuzun Türkçeye çevirdiği ‘Ödlekler Cesurdur’ başlıklı seçkisi Aras Yayıncılık’tan beşinci baskısını yapmış. Saroyan’la ve onun anlattığı ilk kuşak Amerikalı Ermenilerle tanışmak için iyi bir fırsat.