İz Öztat’tan ‘Askıda’: Özne, yas ve haz

İz Öztat’ın Pi Artworks İstanbul’da 2 Kasım’a dek devam eden kişisel sergisi “Askıda”yı, bir üçgen formatında tartıştık. Bu söyleşide özellikle sergideki siyah kare ve kırmızı üçgen motiflerini; kamusal olanla özel alan arasındaki geçişlilik, kayıp ve müzakereleri; ortak bir zemin ve anlam dili oluşturma sürecinde bir yöntem olarak hukuk ve soyutlamayı konuştuk.

İz Öztat’ın Pi Artworks İstanbul’da 2 Kasım’a dek devam eden kişisel sergisi “Askıda”yı, bir üçgen formatında tartıştık. Bu söyleşide özellikle sergideki siyah kare ve kırmızı üçgen motiflerini; kamusal olanla özel alan arasındaki geçişlilik, kayıp ve müzakereleri; ortak bir zemin ve anlam dili oluşturma sürecinde bir yöntem olarak hukuk ve soyutlamayı konuştuk. 

İz Öztat, pratiğinde bastırılmış geçmiş, geçmişin bugüne musallat oluşu, resmi anlatıların kurgu aracılığıyla müzakeresi ve kayıp duygusu gibi süreç ve konularla ilgileniyor.

Zişan (1894-1970) ise, İz’in sanatsal işbirliği içerisinde bulunduğu tarihsel bir figür olmakla beraber, kendisine görünen bir hayalet ve alter ego.

Marina Papazyan: Express Dergisi’nde yayınlanan röportajda suçluluk duygusundan bahsetmen bana çok çarpıcı geldi. Hem sergiyi hazırlamandaki motivasyon, hem de toplumsal alana çekilip-itilme arzusunu tetikleyen bir unsur olarak öncelikle suçluluk duygusunu konuşalım mı?

İz Öztat: Tanık olduğumuz şeylerin sorumluluğu üzerine düşünmek pratiğimin bir parçası. Tanıklığın mesafesi değişiyor; bazen ona çok yaklaşamıyorsun, bazen de (bedensel olarak direnebiliyorsan) içindesin. Sadece tanık değil, bir aktörsün. Tanık olup eyleyemediğim noktada suçluluk duygusuyla paralize oluyorum. Son birkaç yılda da bununla uğraşmam gerekti. Bireysel olarak ve özel alanda bunu müzakere edebilmenin yollarını aramaya başladım. Bu süreçte de cezalandırılma arzusuyla yüzleştim, suçlulukla başa çıkmanın bir yolu da cezalandırılmak ya da rızanla itaat ettiğin birtakım durumları yaşamak. Suçluluk duygusunun ne kadar işe yaramaz olduğunu düşünürsek, bunu bir motivasyona dönüştürmek işin merkezinde. Çekilen ruhsal acıyı bedensel olarak dışa vurarak dönüştürebiliyor olmak da bunun bir parçası. 

Hilal Güler: Sergi sürecinde yararlandığını söylediğin kitaplar arasında Queer Tahayyül (derleyen: Sibel Yardımcı - Özlem Güçlü) dikkatimi çekti. Bununla da bağlantılı olarak sergideki kontratı düşündüm. BDSM (farklı birleştirmelerle çoğul anlamlar taşıyabilen, İngilizce B/D bondage [esaret] ve discipline [disiplin], D/S dominance [hakimiyet] ve submission [itaat], S/M sadism [sadizm] ve masochism [mazoşizm] kelimelerinin kısaltmasıdır. BDSM, bu rol, eylem ve eğilimleri kapsayan bir kültürdür.) pratiklerinde de sınırların aslında öncelikli olarak hükmedilen tarafından belirleniyor oluşunu ve ilk iradeyi hükmedilenin gösterdiğini de düşünürsek sence suçluluk duygusunu taşıyan kişi ne kadar pasif ya da aktif? Gündelik hayattaki pratikleri ve toplumsal alanı da kapsayan bir şekilde, bu tür bir kontratı imzalamaya ne kadar hazırız? 

İÖ: Sergideki kontrat, kamusal olarak görünür olabilenin dilini kullanan bir kontrat. Özel bir alanın kamusallaşacağı anda verilen kararları içeriyor. Rızayla belirlenen sınırların gerektirdiği güveni, yaşanan anın içindeki özeni, şefkati, sertliği barındırmıyor. Devamlı olarak güç ilişkileri içinde hareket ediyoruz, özel hayatımızda, iş hayatımızda, bir vatandaş olarak. Bu ilişkilerdeki güç dinamikleri genelde konuşulabilir değil. Verili olan kurallara uyarak bu ilişkilerdeki rolümüzü yerine getiriyoruz. Kontratla belirlenen çerçevede ise, tarafların ihtiyaç ve arzularını konuşarak tanımladıkları, herkesin kendi rızasıyla aldığı roller var. Özel alanda bu ilişkileri müzakere edebildiğimde, kamusal alanda da farklı bir şekilde konumlanabiliyorum. Bir güç dinamiğiyle karşılaştığımda oradaki müzakere süreciyle başa çıkabiliyorum. Birçok ilişkide rıza konuşulmazken, öncelikli olarak rızanın adını koyabilmeyi önemsiyorum.

HG: Bu aynı zamanda bir sınır problemine mi işaret ediyor? “Burası benim sınırım, buradan sonrasını benden talep edemezsin.” diyebilmenin getirdiği bir farkındalık mı?

İÖ: Sergide sınırları, çeşitli biçim ve malzemelerle müzakere etme çabası var. Kontrat bunlardan bir tanesi ve dediğin gibi sahneye katılan her bireyin rolüne dair sınırları belirliyor. Bir yandan da derinin oluşturduğu sınır sorgulanıyor; yaşayan bir bedenin üzerine ikinci bir ölü deri sarılıyor, bıçak ve iğne gibi deriyi yırtabilecek malzemeler işin içine giriyor. İçi boşaltılmış “güvenlik bariyerleri” kamusal alanda bir engel ve sınır oluştururken, sergide geçirgen ve soyut bir bedensel karşılaşma öneriyor. İşaretleme bantlarıyla duvarda oluşturulan üçgen ve kareler, taşıdıkları diğer nesnelere tanımlı sınırları olan bir yüzey sunuyor ama nesneler bu sınırlara her zaman itaat etmiyor...  

HG: Bu aklıma içselleştirilmiş iktidarı da getiriyor. Dediğin gibi, bu kontrat kişiler arasında o an yaşanan birçok deneyimi, paylaşımı, güveni, şefkati imlemiyor; fakat yine de bu kontratın orada durması ve toplumsallaşması bunları düşünmeye de bir alan açıyor. Bir yandan da BDSM’deki kontrat, hukuktan devşirilen ama resmi hukukun dışında kalan, insanların kendi aralarında geliştirdiği bir hukuka işaret ediyor. Hukuki süreçlerde sürdürülen mücadelelerin önemi büyük, diğer yandan mücadelelerimizi sadece bu alanlarla sınırlı tutmadan, yani sadece devletin mekanizmalarına tüm umutlarımızı bağlamadan, hukuk dışında kalan alanlarda neler yapabiliriz?

İÖ: Zişan’la olan işbirliğimle de beraber, Ermeni Soykırımı’nın hangi dille ve hukukla konuşulabileceği üzerine tartışmalarda kendi pozisyonumu müzakere etmem gerekti. Hukuki taleplerde bulunmak ve hukuki sorumlulukların adını koymak çok önemli. Ama vicdanın ve yaşananların korkunçluğunun hukuk içinde yer bulamayacak yönleri de var. Dolayısıyla, hukuki olanın sınırlarının dışında da bir dil oluşturmayı; bireyler arasında, herkesin kişisel ihtiyaçlarını hissettiği ve dile getirebildiği müzakere alanlarının kurulmasını arzuluyorum. Oluşturmaya çalıştığımız ortak dayanışma alanının herkes için güvenli bir şekilde kurulabilmesinin yöntemi de bu bireyler arası hukuk olabilir. Hangi rolde olursak olalım etkin olduğumuz, baştan bilmediğimiz ama deneyerek bulduğumuz alanları oluşturabiliriz.

MP: Aynı zamanda teknik olarak ulusal ya da uluslararası hukuka dayanmayan ama hukukun dava ve mahkeme süreçlerinin performatif tarafını kullanan yüzleşme pratikleri var. Özellikle de gayriresmi yüzleşme davalarında, davacı, davalı, hakim ve savcı kendi rızalarıyla belirli bir rolü üstleniyorlar. Hukukun bu şekilde performatif bir araç olarak kullanılmasının ve benzer yöntemlerle BDSM’deki rollerin açıkça belirlenmesinin, performatif alanın sınırlarının net bir şekilde çizilmesine ve dolayısıyla hem yüzleşmeye hem de iyileşmeye alan sağlayabildiğine tanık oluyoruz. Bence burada en önemli soru yüzleşmenin nasıl materyalize olabileceği. Çoğunlukla adını koymanın siyasetiyle meşgulken, iradi ve eyleme dayalı olanın, dikey iktidar ilişkilerinin de ötesinde kendi aramızda birbirimizle oynadığımız rollerde de varlığının farkına varmamız gerektiğini düşünüyorum.

HG: Sanki sadece büyük mekanizmalara odaklanmanın ve onların birer organı gibi düşünmeye başlamanın da suçluluk duygusuyla ve paralize hissetmekle bir ilişkisi var. 

İÖ: Vereceğimiz tepkiyi ve eylemliliği hep iktidarla ilişki içerisinde kurduğumuzda, alternatif geliştirme şansımız kalmıyor. Halbuki muhatabı başka bir şeye dönüştürdüğümüzde en azından bir alternatif alan, söylem, deneyim oluşturmak mümkün oluyor. 

HG: Bunun için nasıl bir dil geliştiriyoruz? Ne kadar kaçak dövüşüyoruz? Ne kadar aktifiz ya da pasifiz? Bunun ne kadarı bize bağlı, ne kadarı değil? Örneğin sergideki işlere döndüğümüzde, aklıma özellikle kare ve üçgen geliyor. Bu ifade biçimi nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Resmi nesneden “kurtarmaya” çalışan soyut sanatı düşünürken aklımıza şu soru da geldi: Zişan, Maleviç’i tanıyor muydu? 19. Yüzyıl sonlarında başlayan soyutlama ve 1910’lardan itibaren 20. yüzyılın en belirgin ifade biçimi olan soyut sanatın açtığı tartışma alanları ve yöntemler bugün neden tekrar ediyor? 

İÖ: Zişan’ın, 1923 yılında Felaket adlı işini yaparken Maleviç’in işinden haberdar olduğunu tahmin ediyorum. Zişan o sırada Berlin’de ve aynı dönemde El Lissitzky’nin kurduğu ve Berlin’de görünür olan bir geometrik soyutlama dili var. Ben Zişan’ın daha ziyade El Lissitzky’nin pratiğinden ve dille soyutlamayı beraber düşünen bir anlayıştan etkilendiğini tahmin ediyorum. Sergide, duvara işaretleme bantlarıyla yaptığım üçgenlerden yüzey, aslında 2016’ya ait Sonra (Yas) adında bir iş. 2016 hiçbir şeyi dile getiremediğimiz bir dönemdi. Geometrik soyutlama, birçok şeyin konuşulamadığı bir dönemde dile getirilemeyenin kodlandığı bir dil oluşturabilir. Aynı zamanda, yaşanan travmalarla birlikte ortak bir anlam dünyasını yitiriyor olma duygusuna işaret edebilir. Birlikte anlam üretemezken nasıl birlikte yaşayabiliriz? Yaşananlara birbirinden çok farklı tepkiler veriyoruz. Toplumsal olarak ortak bir anlam dili kuramama halini, geometrik soyutlama içeren bir işin yorumlanmaya çalışılması süreciyle de paralel görüyorum. O yüzeyin üzerindeki nesnelerin yanında BAÇOY KOOP tarafından teksir makinesiyle basılmış, Kuşlama adlı işi oluşturan baskılar var. 2015’te Fatma Belkıs’la Suyu Kim Taşır isimli işimizi yaparken de HES’lere karşı yerel mücadelelerden yola çıkmıştık. Kendimize bu işi elektrik kullanmadan üretme kuralı koyduk. Bu süreçte üzerinde çalıştığımız metni nasıl çoğaltabileceğimizi düşünürken bize daha önceden anlatılmış olan bir hikayeye döndük. 1970’li yıllarda Dersim’de muhalif propaganda malzemesi üretebilmek için mağaralara teksir makinaları taşındığına dair bir hikayeydi. Böylece bir teksir makinası bulduk, 1970’lerde teksir makinasını  muhalif içerikleri çoğaltmak ve yaymak için kullanmış birinin desteğiyle tamir ettik ve o işin metnini teksirle bastık. Sonra bir teksir makinası daha bulduk ve dört kişiden oluşan, teksir makinasıyla üretim yapan BAÇOY KOOP (Basma, Çoğaltma, Yayma Kooperatifi) oluşmuş oldu. Sergilemede ve kamusal görünürlüğün söz konusu olduğu durumlarda devreye giren sansür/otosansür mekanizmalarının etkisiyle sanatçıların yayıncılığa ve elden ele dolaşan malzemelere daha çok ihtiyaç duymasına paralel giden bir süreçti. Kuşlama’da da soyutlama diliyle birtakım bedensel jestler bir araya gelerek kendi çağrışımlarını oluşturuyor. Bunların çoğu Türkiye’de son birkaç yılı yaşamış insanlar için yüklü semboller. Soyutlamayla çalışırken neyi soyutladığını söylemekle söylememek arasında bir seçim yapmak gerekiyor. Kendi pratiğimde, neyi soyutladığıma işaret etmiyorum. Her bireyin kendi çağrışımlarıyla bunu anlamlandırmaya çalışması sürecinin, toplumsal olarak yaşadığımız anlam üretmedeki ortaklaşamama deneyimiyle benzeştiğini düşünüyorum.

HG: Yani bu süreç Maleviç’inki gibi söylemden kendini kopartmak yerine, soyutlamayla birlikte toplumsal hafızanın dille ilişkisi bağlamında biriktirdiği birtakım verileri geri çağırmakla alakalı.

İÖ: Geometrik soyutlama dilini önceden başka bir meseleyle uğraşmak için de kullandım. 2012’de Üçgen, kare ve daire ile uğraşmıyorum adında Maçka Sanat Galerisi’nde yaptığım bir iş var. 1974’te açılan galerinin bünyesinde şu ana kadar gerçekleştirilmiş olan konuşmaların kayıtları galerinin arşivinde duruyor. Bu da, o konuşmaların kayıtlarını dinleyerek yaptığım bir işti. O kayıtlarda çok çarpıcı olan şeylerden biri, kaydediliyor olması ve geleceğe kalmasının o an orada konuşuyor olmak kadar önemli olmasıydı. O anda, o oda içerisinde konuşulan şeyle başka kimsenin ilgilendiğini hissetmiyorlar, ya da o anda bir etkisi olabileceğine inanmıyorlar. “Kayda geçti zannedersem” gibi cümleler kurarak geleceğe bırakmayı umuyorlar. Maçka Sanat Galerisi’nde ilk başlarda figüratif resim gösteriliyor, sonra soyut, ardından mekâna özgü pratikler başlıyor. Gerçekleşen konuşmalarda da bu meseleler müzakere ediliyor. Geometrik soyutlamayı dil olarak seçmiş bir sanatçı konuşmasında, bunun evrensel ya da yerel bir dile referansları olup olmadığını sorguluyor. O dönemde, geometrik soyutlamada evrensellik arzusu var. O işte geometrik soyutlama kullanırken, bu evrensellik arzusunu anlamaya çalışıyordum. Bugün ise, evrensellik hayalinin yitirildiği bir noktada, aynı toplumda yaşayan bireylerin bile ortak bir algı kuramıyor olmasını araştırıyorum.

MP: Bu aklıma Maleviç’in Siyah Kare’sinin Stalinist rejim için sorun teşkil etmeye başlayışını getiriyor. Bu soyutlama dilinin kapsayıcılığı, aynı anda hem hiçbir şeyi hem de her şeyi referans verebilecek potansiyeli barındırmasından dolayı iktidar için ne konuşulduğunun anlaşılamamasının bir paranoya haline gelişini. Bir yandan bu bana siyah karenin yutuculuğunu da düşündürüyor. Karenin, üçgenin aksine herhangi bir yönü işaret etmeyişi ve siyah rengin emiciliğini. Siyah kare, bir form olarak Zişan’ın işinde tasvir edilemeyenin üzerini kapatıp yutarken, bir yandan da o yutuculuğun içinden birçok şeyin fışkırma potansiyelini de taşıyor gibi. Siyah karenin hem unutmayı hem de hatırlamayı çağıran bir tarafı olduğunu hissettiriyor.

HG: Siyah ne kadar yutucuysa, kare de bir o kadar hiçbir yere akmayan bir form. Olduğu yerde kıpırtısız duranama bir yandan da biriktiren bir şey.

İÖ: Zişan’ın “felaket” dediği benim için o işle yasa dönüşmüş oluyor. Orada dile gelemeyen bir felaket var. Zaten konuşulabilir ya da yüzleşilebilir olmadığı için bugün de tutulamayan bir yas var.

MP: Kendi öznel süreçlerimizle yüzleşmek de en az kamusal yüzleşmeler kadar zor; herhangi bir yüzleşme başı/sonu olan bir olay ya da an olmaktan ziyade, sürekli devam eden bir akış. Hukuki belirli kazanımlar olduğunda dahi müteakiben öznelerin öznelleşme süreçleriyle ilgili yapılacak çok iş var. Bu sürecin, kimliklerin ne kadar hızlı inşa edilebildikleri ve ne denli akışkan olduklarını da kabul etmeyi kapsayacağını düşünüyorum. 1910’lardan sonra inşa edilen birçok ulusal kimliği de, yutucu siyah birer kare olarak görebiliriz. Bu karenin yüzeyini kazımaya başlayınca da içinden çıkacak şeylerin ucu bucağı yok. 

Aslında bu noktada kırmızı üçgene de bir geçiş yapmak istiyorum. Kırmızı üçgen, doğal olana, akana, sürecin kendisine işaret ediyor sanki. Hiyerarşiler de çoğunlukla üçgen formuyla temsil edilirlerken, üçgeni düz veya ters kullanmanın ne manaya gelebileceğini merak ediyorum.

İÖ: İçerisinde siyah bir kare barındıran kırmızı üçgen, bana yasını içinde taşıyan bir özneyi çağrıştırıyor. Bu üçgenler bir örüntü olarak bir araya geldiklerinde aslında onların omuz omuzalığı söz konusu. Bir araya geldiklerinde ters üçgenler de oluşuyor ve yan yana durduklarında bir kolektivite duygusu yaratıyorlar. 

HG: Bu bir bakıma yönsüzlüğü de beraberinde getiriyor. Aynı zamanda, tuğlaların üst üste dizildiklerinde oluşturdukları durumda olduğu gibi, herhangi biri eksildiğinde örüntü de bozuluyor.

İÖ: Elbette bu ulus-devletin de miti olduğu için dikkatli olmakta fayda var. Farklılıklara izin vermeyen, muhalif hareketlerin kırılmasına sebep olan da bu. Bu bağlamda BDSM ve kontrata dönersek, rollerin farkındalığıyla ve akışkanlığını sahiplenen bir yerden kimlik siyaseti yapabilmek önemli. Bir arada duran her bedenin kendi konumunu müzakere edebildiği bir dayanışma formuna ihtiyacımız var. 2016’da o işi yaptığımda üçüncü boyutun elimizden alındığını hissederek eylemliliğimi yetirmekle, üçüncü boyutu yitirmek arasında bir paralellik kurmuştum. 2016’da işin yüzeyinde hiçbir üç boyutlu nesne yoktu, işaret bantlarına sadece baskılar eşlik ediyordu. Bu sergide yüzeye üçüncü boyutu geri getiren nesneler eklenebildi. 

MP: Üçüncü boyutun kaybından bahsetmen bana soyutlamayı çoğunlukla söylem düzeyinde düşündüğümü fark ettirdi. Soyutlamanın eylem(lilik)le ilişkisi bağlamında, bir arada durmanın, ortaklaşmanın ve benzeşmenin ulus-devletin de kullandığı bir anlatı ve taktik olduğunu konuştuk. Üniforma da bir soyutlamadır aslında ve kamusal alanda da muhatabımız çoğunlukla bu şekilde soyutlanmış özneler oluyor. Türkiye’de uzun süredir kimlik siyasetinin siyasi gündemi etkilemesinin ne kadar “uygun olacağı” tartışılıyor. Bu noktada, içine düşmemizin en olası olduğu çukur da kimlik siyasetini siyah kare gibi statik bir biçim olarak algılamak. Bu inancı da, bir kimlik siyasetini yıkıp yerine yeni bir kimlik siyaseti inşa etme sürecinde bir tuğla gibi kullanmak. Kimliklerin akışkanlığına izin vererek, bir aradalıkları kümesel bir biçimde düşünmeye ihtiyacımız var. İşindeki örüntüde de bu olasılıkları görüyorum; küçük üçgenler farklı birlikteliklerle kendilerinden biraz daha büyük bir alanı kaplayan başka üçgenler oluşturuyorlar. 

İÖ: Ancak öznenin akışkanlığını kabul eden kimlik siyasetleri kurarak yan yana durabileceğimizi düşünüyorum. Mevcut durumda kimlik siyaseti yaparken, kimliğin ne olduğunu tanımlamaya çalışırken bir yandan bu kimlik bizim adımıza da tanımlanıyor. Bir kimlik adına kimin konuşabileceğine ve o deneyimin temsilcisinin kimin olabileceğine katı bir yerden bakmak da kimlik siyasetinin çukurlarından biri.

HG: Sanatsal süreçlerde temsilin dağıtık olması da, şu an konuştuğumuz konuların serginin bir parçası haline gelmesine ve sergideki birtakım görünmez alanların da tamamlanmasına olanak sağlıyor. Öte yandan bilinen ya da bilindiği sanılan şeyi fetişize etmek de çok daha kolay olduğundan zaman zaman bazı alanları belirsiz bırakmak da bu fetişizasyonu engelleyebilmek açısından gerekli gibi duruyor.

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi