“Milliyetçilik çok sinsi bir iç dünyadır”

Atina Üniversitesi’nde ‘Kültürlerarası İletişim Açısından Türk Dizilerinin Yunanistan’daki Etkileri’ konusunda araştırma yapan Figen Algül, Herkül Millas’la konuştu. Millas, Yabancı Damat dizisinden deprem yardımlaşmasına, iki toplumdaki görünen ve gizli milliyetçilikten, resmi ve sivil dostluk girişimlerine, Ege’nin iki yakasında gezindi.

Yunanistan’da yayınlanan ve rating rekorları kıran ilk Türk televizyon dizisi 2004’te çekilmeye başlanan “Yabancı Damat” oldu. Hem “Yabancı Damat”ın Yunanistan’da tutulması hem de ekonomik krizin etkisiyle yerli prodüksiyonlardansa Türkiye’den televizyon dizisi ithal etmek daha ucuza geldiği için Yunanistan’da 2010’dan itibaren Türk dizileri furyası başladı. Ben de daha 2004’te televizyon dizileri üzerinden Türk-Yunan ilişkilerini çalışmayı aklıma koymuştum. Ve fikrimi 2018-2019 akademik yılında TÜBİTAK bursuyla Atina Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları Bölümünde post-doktora yaparak gerçekleştirdim. Post Doktora araştırma konum “Kültürlerarası İletişim Açısından Türk Dizilerinin Yunanistan’daki Etkileri” üzerineydi. 
Atina’da yaşadığım bir yıl süresince çok iyi ağırlandım. Rum ve Yunan dost çevreme sayısı azımsanamaz yenileri eklendi. Atina’da aynı zamanda pek çok akademik etkinliğe, söyleşiye katıldım ve bu söyleşilerde akademik çalışmalarım gereği yıllardır kitaplarını, makalelerini yakından takip ettiğim ve Agos okurlarının da yakından tanıdığı, adeta ömrünü Türk-Yunan Kültürlerarası İletişimine adamış araştırmacı-yazar Herkül Millas’la yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Millas, bilindiği üzere Ankara doğumludur ama İstanbul’da büyüdü.31 yaşındayken, 12 Mart 1971 sonrası Atina’ya göç etmiş daha doğrusu göç etmek zorunda kalmış bir isim. Yani şu an 80 yaşında olan Millas, bugüne kadarki ömrü boyunca her iki toplumu da çok yakından tanıyabilmiş, gözlemleyebilmiş. Atina’dayken Nisan 2019’da değerli eşi Evi Hanımefendi ile birlikte beni Nea-Symirni’deki evlerinde iki kez misafir ettiler. Bu görüşmeler esnasında kayıt altına alınan, eğitim sistemi, Türk-Yunan kültürlerarası iletişimi, azınlık hakları, milliyetçilik, ötekileştirme ve Nefin Dinç ile birlikte çektikleri belgesel ‘Öteki Kasaba’ üzerine, iki ayrı, tadına doyulmaz ve upuzun ama pek tabii ki yarım kalmış üniversite dersi niteliğinde sohbetler ettik. 
Şimdilerde ise İstanbul’dayım ve adeta 90’lara geri dönmüşçesine iki tarafın da gazetelerinin birbirleri için savaş naraları içeren manşetler attığı, Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi milletvekili Lagos’un Avrupa Parlamentosu’nda Türk bayrağını yırttığı, sanki yeni bir krizin yeniden doğurulmaya çalışıldığı içinde bulunduğumuz bugünlerde Millas’ın söyledikleri çok ama çok değerli ve anlamlı… İşte bu yüzden Agos yazıişleri ile birlikte o sohbet kayıtlarının derlenip toparlanmış halini Herkül  Millas’ın da izniyle bu hafta ve önümüzdeki haftanın baskılarında Agos okurlarına sunmaya karar verdik. Önce post-doktora araştırma konum Türk Televizyon dizilerinin Yunanistan’daki etkilerinden başladık, sonra laf lafı açtı… Türk-Yunan ilişkileri açısından yine yeni yeniden her iki tarafta da doğal afetler yaşanmadan ‘99 ve 2000’lerin ilk 10 yıllık dilimine dönebilmek dileği ile keyifli okumalar… 

FİGEN ALGÜL*

Şöyle başlayalım. “Türk-Yunan Toplumları Arasındaki Kültürlerarası İletişimde Türk Televizyon Dizilerinin Etkisi” nedir?
Son on yıllarda Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan en büyük olaylardan bir tanesi televizyon. Televizyonda Yunanlıların izlediği gördüğü Türkler. 1999’a kadar Türk deyince Yunanistan’da yalnız iki devlet arasındaki ilişkiler gündeme geliyordu. Bu devletlerin yaptığı kötü davranışlar hatalar gündeme geliyordu. Ve Türk deyince haberin arka planında Türk uçakları, Türk savaş gemileri, ne bileyim siyasilerin portreleri filan çıkıyordu. Yani Türk deyince akla ilk gelen şey bu yayınların sonucunda, asker, siyasetçi vs. oluyordu. Bu depremler olunca orada çok büyük bir olay oldu o depremler. Depremlerde ilk defa Yunanlılar bir annenin çocuğu için ağlamasını gördü. Bir erkeğin çok kötü hissettiğini gördü. Ve bir de Türklerin gelip burada yardım kurtarma faaliyetlerine katılmalarını gördü. Ne gördü? İlk defa resmi sıfat taşımayan insanlar gördü. İlk defa sıradan insanları, sıradan Türkleri gördü. Bu aslında şok etkisi yaptı. Çünkü onların kafasında Türk deyince siyasiler askerler filan varken birden kadınlar çocuklar ve sıradan erkekler gördüler. Bu konu önemli çünkü romanlarda da mesela Türk romanlarında ve Yunan romanlarında benim gördüğüm yaşadığım tipler 1980’lere kadar hemen hemen her zaman resmi insanlar yani sadrazam, asker, subaşı, yeniçeri filan vardı. Mesela bir ailenin içi yoktu. Aynı şey Türk romanlarında da var. Ahmet Mithat dışında 1980’lere kadar Türk romanlarında bir Rum’un ailesini görmedik. Rumlarla Türklerin karşılaştıkları yer resmi alan, kamu alanı, evin içi yok, kişisel arkadaşlık yok, anne yok, çocuk yok.

Komşuluk ilişkisi de mi yok?
Yok. Osmanlı romanlarını ayrı tutuyorum. Osmanlı romanlarında var, çok var. 1912’den sonra yok. Ondan önce var. Evin içinde hizmetkarlar var, hizmetçiler var vs. çok doğal bir şey.

Resmi ideolojide yok yani?
1912 gelince o tür romanlar artık yazılmıyor. Orada artık Rumlar yok, komşu da yok, kadın da yok, çocuk da yok. Kadın varsa mutlaka fahişedir. Mutlaka öyledir. Rumlar ve Yunanlılar hasım, düşman ve problem olarak var. 

Evet, sinemada da öyle… 
Anne yok mesela hiç anne diye bir şey yok. Bu 1980’lere kadar böyle devam ediyor. Bu depremlerdeki haber, arkadan da Yunanistan’da şok etkisi yapan şey, “Yabancı Damat”tı. Yabancı Damat bir milattır. Neden milattır? Çünkü ilk defa bir ailenin içine giriliyor bir evin içine giriliyor ve o ailenin yaşam biçimi şok etkisi yapıyor. Çünkü artık orada asker yok, subay yok, savaş yok, ne var? Anne var, baba var, teyze var, büyükbaba var vs. Yunanlılar ilk defa bu ailenin kendi ailelerine ne kadar benzediğini görüyorlar. Biraz da muhafazakâr bir çevre olduğu için o Türk ailesi Anadolulu olduğu için biraz da geçmişi hatırlatıyor. Büyükannelerini filan hatırlatıyor. O büyük etki. Yani o beğeniliyor ve sanıyorum bir de şok etkisi yapıyor. Bu bakımdan ondan sonra diziler geliyor. 

Peki, Yunan izleyiciler Türk televizyon dizilerini neden izliyor?
Bir kere ben neden izliyorum, daha çok eşim neden izliyor onu söyleyeyim. Çok izliyor, şu anda da dizi izliyor. Onun için yanımızda değil. Bu diziler bir kere çok kaliteli genel olarak. Özellikle Yunan dizilerine kıyasla kaliteli. Kalite önemli. Senaryo belki iyi değil. Senaryolar biraz soap opera. Ama aktörler çok iyi aktör. Rejisör çok iyi, görüntü çok iyi, seslendirme çok iyi bu birincisi. Zengin. Belli ki 10 saniyelik bir sahneyi çekmek için iki gün çalışmışlar bu bir. İkincisi bu diziler Ortadoğu ve Balkanlar için anlaşılır diziler. Mesela bu diziler duyduğuma göre Anglosakson ortamında alıcı bulamıyor. Güney Amerika’da buluyor, Ortadoğu’da buluyor. Çünkü bu ortamların dünyasını yansıtıyor. Yani ortak coğrafya olduğu için problemleri anlıyoruz. Kıskançlığı anlıyoruz, babanın hassasiyetini anlıyoruz, anne baba ilişkisini anlıyoruz. Yani bize yabancı gelmiyor, bunlar bildiğimiz şeyler. Kadının dayak yemesini de anlıyoruz. Bütün bunlar bize yabancı gelmiyor bu iki. Sanıyorum başka nedene ihtiyaç var mı bilmiyorum. Yakın geliyor. Bunlar bir Türk olarak görülmüyor, bir hayat hikayesi, bir ailenin hikayesi olarak görülüyor ve farkında olmadan Türkiye konusundaki imajı da değişiyor. O kesin, yani farkında değil belki ama değişiyor. 
Dediğim gibi dizilerle de o değişen imaj somut Türkle ilgili değişen imajdır. Nasıl ki sizi tanıdıklarında “Türklerin hepsi saldırgan değil” diye düşünüyorlar…  Ama öteki soyut imaj değişmiyor. Öteki soyut Türk’ün tarihsel işlevi ve konumu değişmiyor. Yani Türk, tırnak içinde “soyut Türk” değişmiyor. Bunun güzel bir örneği Venezis’te var. “Ayvalık Ve Venezis” diye bir kitabım var benim. Orada bir yazarın bütün eserlerini ele aldım ve dünyada eşi zor bulunan bir olay buldum. Bir Türk-Yunan çatışmasında Yunanlı aşağılık, kötü, barbar bir insan, Türk üstün bir insan, böyle çıkıyor. Aa diyorsun inanılmaz bir şey! Kesin öyle bilinçli yapıyor yazar. Ne yaptığını biliyor. Ama ondan sonra onun bazı hikayelerinde tarihsel döneme dönüyor. 1700’lere gidince o Türk’ü görecekseniz. Türk karikatür gibi bir Türk. Yani bu iç içe üst üste birlikte yaşanan soyut/somut imajlar. 
Milliyetçiliğin iki ayağı var. Biri kimlik olarak, bir de siyasi program olarak. Bunu anlarsak o zaman çok farklı bir dünyaya giriyoruz. O zaman artık kendimizle hesaplaşmaya başlıyoruz. Ben bunu böyle görüyorum ama acaba yanılıyor olabilir miyim? Acaba tarafsız mıyım? Acaba bir şey kaçırdım mı diye düşünmeye başlıyoruz. Bu aşamaya gelince artık kurtuluştur! O artık iyi bir şeydir. Ama ‘ben bilim adamıyım, verilere dayanarak konuşuyorum, bilimsel yaklaşım izliyorum’ diye gidersek yandık yani! Bütün o Hitler’in danışmanları hepsi bilim adamıydı. Yani bu, farklı bir insana yaklaşım biçimidir. 

Yabancı Damat dizisi iki halk arasında yeni bir yakınlaşma başlatmıştı

Yani somut öteki olan Türk’ün imajı diziler sayesinde olumlu yönde değişiyor…. 
Onun için yarın, öbür gün Tayyip Erdoğan acayip bir laf edince bütün Yunanlılar “işte yeniden Türk’ün kötü niyeti görüldü” diyor. Nedir bu? Soyut imajı teyit etmiş oluyor. Şöyle diyelim; Türk’ün soyut imajı var, Türkiye’den kötü bir mesaj gelince teyit oluyor. O imajın teyidi geliyor. İyi bir mesaj gelince hoşumuza gidiyor ama biraz tedbirliyiz. ‘Acaba bu ayrım istisna mı, bu gerçek mi?’ diye kuşkuyla yaklaşıyoruz. Yani kötü olay teyit sayılıyor, iyi haber istisna sayılıyor. Böyle bir mekanizma çalışıyor. 

Peki bu diziler iki toplum arasındaki kültürlerarası iletişimi de olumlu yönde etkiledi diyebilir miyiz?  
Tabii ki mutlaka yararlıdır ama abartmayalım. Bu aşamada devletin rolü çok önemli. Okul kitapları değişecekmiş. Okul kitapları bu devletin niyetini gösteriyor. Yani devletin siyasetini. Bu devletin ne tür öğrenci, ne tür vatandaş istediğini gösteriyor bu kitaplar. Yani kitap nasıl değişecek, o kitap tesadüfen olmadı ki? O kitap, bu devletin yaşam nedeninin sonucu. Kitap değişmez, kitabın değişmesi için yöneticinin değişmesi gerekiyor. Ha ne olur, program değişir. İşte İstanbul’u alacağız demez, o da başarıdır ama özü değişmez. Özü zaten söylüyor, bilinç, sözde ulusal bilinç verecek, yani biz üstünüz dolayısıyla ötekiler aşağıdır! “Osmanlı dönemi cehennemdi” demezsen o istiklal savaşının ne anlamı olur? 
Ben size bir örnek vereyim; diyelim ki, ben bir araştırma yapıyorum Yunanlılar 1919’da İzmir’e çıktı ondan sonra 3 yıl içinde ekonomi gelişti, refah yaşandı, hayat standardı yükseldi ve Türkler çok memnundu. Böyle bir araştırma yapsam bunun sonucu ne olur? Tabii birileri bağırır çağırır ama önemli değil, asıl önemli olan böyle bir yorum İstiklal Savaşının değerini yok eder. O zaman İstiklal Savaşını neden yaptık? İşte bu mitosların bir işlevi var, o mitoslarla oynamaya başladık mı o milli işlevi de dağılıyor. Onun için mecbur Yunanlılar Osmanlı’yı kötü göstermeye. Onu aşması için bütün dünya görüşünü değiştirmesi gerekir. Yunan bağımsızlık savaşını da yeniden yorumlaması gerekir. Her şeyi yeniden değiştirmemiz gerekiyor. Çok zor, çok zor…

Ama belki dozajı azalabilir?
Evet, işte o program dediğimiz şey.

İki taraf için de konuşuyorum.
Tabii tabii, bu program bütün milletler için söylenen program: işte dili yumuşatırsın, İstanbul’u alacağız, saldıracağız demezsin, abartmazsın. Bu tehdit meselesi Türkiye’de de çok var. “Yunanlılar İstanbul’u alacak” deniliyor örneğin. Bütün bunlar fobi. Bu fobiyi besliyorlar. Kimileri samimi inanıyor kimileri kullanıyor. Kimileri ‘abartılıdır ama zararlı değildir’ diyor. Yani bunu çok duydum. Ya da “tamam biliyoruz öyle değil ama söylemekte yarar var,  dikkatli yaşarız dikkat ederiz’ diyor. 

Türkiye’de akademik çevrelerde hep deniliyor ki “depremlerin ardından esen barış rüzgarları…” ama depremler olmadan önce İsmail Cem ve Papandreu buna bir zemin hazırlamamış mıydı? 
Evet hazırlamıştı. Ilıman bir zemin. Bunu hep gözden kaçırıyorlar. Papandreu’nun annesi Amerikalı. İsmail Cem de Selanikli bir ailenin çocuğu. Bu çok önemli bir şey. Bu tür insanlar yani aileleri “safkan” olmayan bireyler bu konuda ya çok fanatik olabiliyor, yani geçmişlerindeki o karışıklığı görmezden gelmek için milliyetçi kesilip çok fanatik olabiliyorlar, yahut da empatisi yüksek oluyor. Bu iki adamın bu işi yapmasının arkasında sanıyorum böyle bir geçmiş var. Bu konuda ben inanılmaz derecede bir bağlantı görüyorum. Yani bu empatisi çok geniş olan insanları kurcalayınca arkasından böyle karışık daha kültürel açıdan zengin aileler çıkıyor. Buna iki tane örnek vereyim. Açık açık söyleyeceğim çünkü yazdım bunu. Yazmak için de izin de aldım ve yazdım.  Çünkü insanların senin annen bilmem neydi büyükbaban bilmem neydi demek ırkçı bir şey… Türk romanında kadın-erkek ilişkisi belli bir yasa izler; erkek Türk’tür, kadın Rum’dur. Yasadır bu, iki yüz tane olay hep böyledir. İki tane istisnası vardır. Bir tanesi; Sevgi Soysal. Orada bir Rum çocuğuyla öpüşüyor kız. Ama yazarın büyükannesi Alman. Tante Rosa diye bir romanı var, İkinci örnek Ali Neyzi. Neyzi ailesi çok geniş bir ailedir. Leyla Neyzi antropologdur. Ali Neyzi’nin yazdığı bir piyes var. Orada da bir Rum erkekle bir Türk kız birlikte yaşıyorlar çocukları oluyor vs. Neyzilerin büyükanneleri Rodokonaki adında  Rum bir kadın ve aile bunu kabul ediyor. Çok önemli. Büyükannenin Rum olduğunu yazıyorlar ve resmini de koyuyorlar.

Kimlik değişimi yaşanmış değil mi? Hangi yıllarda yaşanmış kimlik değişimi?
Yüzyılın başında herhalde 1910 filan olsa gerek. Yani iki tane istisna var, ikisi de kuralı ispat ediyor.  Ama 1980-90’lardan sonra iş bu kadar basit değil. Soruya gelirsek, depremlerden önce evet yumuşama var. Devlet destekli. Cem ve Papandreu’nun desteklediği bir şey var. Ondan sonra da depremler olur olmaz Papandreu’nun hemen birilerini yardım için göndermesi tesadüf değil. Bir gün bile beklemiyor direkt gönderiyor. Demek fırsat bekliyor, fırsat çıkınca da bunu yapıyor. Türkiye de bunu karşılığını yapıyor vs. Var öyle bir şey. Ama kötümser yorumu da var bunun. Yani devlet onayı olmadan yakınlaşma olmuyor demektir.

O yıllarda çıkan dostluk haberlerinde sivil toplum kuruluşlarının da etkisi var mıydı acaba? 
Size bir şey göstereyim (Kalkıp gidiyor) çünkü bu çok önemli bir nokta. Çok çok önemli. Bazı gerçekler hoşa gitmediği için… Ben size getireyim.  

Tamam.
Richard Clogg… Bu isim size bir şey ifade ediyor mu? Richard Clogg. Bu kitabın Türkçesi de vardır. (İletişim Yayınları) Bu çok iyi bir Yunanistan tarihidir. Kitabın Türkçeye çıkmasını ben sağladım. Bakın burada adam yakalamış bunu. (Fotoğrafı gösteriyor) Fraternizations by numbers. Burada bunu anlatıyor. Üstleri erlere emir veriyor: “Türkler ve Yunan ordusu birbirinizle kucaklaşın marş” diyorlar, kucaklaşıyorlar.

Figen Algül ve Herkül Millas

Ne zaman oluyor bu?
NATO zamanında muhtemelen 1950-51. Şimdi o yıllarda iki ülke de NATO’ya giriyor. O zaman yine dostluk var. 6-7 Eylül’den 4-5 yıl önce. O zaman küçüktüm ben hatırlıyorum. O zaman bir süre “geleneksel Türk-Yunan dostluğundan” söz ediyorlardı. Yani Yunan kralı geldi İstanbul’a biz ilkokuldayken, yalnız Rumlar değil Türkler de, Yunan bayraklarıyla böyle bir şenlik havası oldu. O zaman öyleydi. Yani ben şanslıydım çünkü ilkokula gittiğimde böyle bir dostluk vardı. Okul kitaplarında İstiklal Savaşı anlatılırken Yunanlılardan söz edilmezdi. “Düşmanı yendik, düşmanı denize attık” denirdi ama Yunan lafı geçmezdi. Tabii 1950’ler böyleydi çünkü o zaman “dostluk” vardı. Ondan sonra Kıbrıs sorunu çıktı ondan sonra “geleneksel Türk-Yunan düşmanlığı” çıktı. Yani bunları ben yaşadığım için artık karnım tok. Yani iki şeyi birbirinden ayırıyorum; bilinçli, ne yaptığını bilen insanların dostluğuyla, devletin onayladığı “hadi bakalım şimdi dost olacağız marş marş kucaklaşın marş marş”ı ayırıyorum. Bunu kesin olarak ayırmak gerekiyor. 
Mesela karşılıklı Türkler ve Yunanlılar, Yunan Bölümü ve Türkçe Bölümü olmak üzere üniversitelerde bölümler kurdular. Bu devlet emriyle oldu ve bunu kuran İstanbul’da Alemdaroğlu’ydu.  ‘50 Bin kişi ölürse Atina’yı alırız’ diyen rektör. O adam Yunanca Bölümü kuruyor. Yani bu adamın Yunanlılar’a kini var. Yunanistan’ı almayı düşünüyor.  10 bin 100 bin kişi feda etsek alırız diyen adam. Emir geliyor “şimdi dostluk olacak hadi bakalım bölümü kur” diyorlar. Ondan sonra bu bölümü kuruyor ondan sonra bunun karşılığında Atina’da bölüm kurulacak. Yunanistan Bölümü kurmuyor, adam ‘kapatırım’ diye tehdit ediyor, ondan sonra bölüm kuruluyor. Yunanistan’daki bölümün kuruluşunda ben de vardım nasıl kuruldu biliyorum. Ankara’da da vardı. Onu da Özal kurdurdu. Onun kuruluşunda da vardım. Buradakinin kuruluşunda da vardım. Bunu yapan insanlar hangi felsefeyle hangi dünya görüşüyle yaptılar biliyorum. 
Tabii ki,  samimi, dostluk isteyen insanlar var, ne yaptığını bilen var, Şimdi sizin moralinizi bozacağım diye  korkuyorum ama ne yapayım, gerçeği de söylemezsem patlayacağım! Bu Türk-Yunan Dostluk Derneği ile ilgili ne anlatayım ben size? İyi niyetli adam dostluk istiyorum diyor. Ama arkasında milliyetçilik var. Bir kısmı açıkça milliyetçi bir de bilinçsiz milliyetçilik var. Bir küçük siyasi  olay çıkıyor, küçük bir şey oluyor, ondan sonra her şey yıkılıyor. Çünkü ne yaptığının bilincinde değil. Neyin bilincinde değil? Şunu diyeceğim: kendi iç dünyasının bilincinde değil en başta. Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyor. Çünkü milliyetçiliği kılıcı çekip saldırmak olarak anlıyor. Milliyetçilik o değil, milliyetçilik çok sinsi bir iç dünyadır. “Çok seviyoruz, çok beğeniyoruz” diyor altında bakıyorsun aslında aşağı görüyor karşı tarafı, veya insan olarak görmüyor. Vatandaş olarak görmüyor, komşu olarak görmüyor, onun hakkını tanımıyor vs. Bu işleri aşıp bilen insanlar var, ama bunun farkında olmayan “dostluk” yapanlar da var. Devlet destekli, milli çıkar adına yapılan dostluk değil. O milliyetçiliktir. Milli çıkar adına yapılan dostluk dostluk mudur? O siyasettir, o taktiktir. Dostluk değildir ki. Kaldı ki ben size daha başka bir konunun felsefesine gireyim isterseniz, kafanızı karıştırmayayım 

Yok yok hayır, ben çok keyif alıyorum.
Bakın, ne demek Türk–Yunan Dostluğu? Yani Türklerle Yunanlılar dost olacak. Peki Türkler Türklerle dost mu? Yunanlılar Yunanlılarla dost mu? Yani Türkiye’de seçimleri gördük iki grup ve kin besliyor birbirine. Yunanlılar da böyle birbirine kin besliyor. 

Türkiye’de daha yeni yerel seçimler oldu, seçimler sonrası çıkan montajlardan biri “İzmir’i alamayan iki şey: Yunanlar ve AKP”, gözümle gördüm.

AKP’yi Yunanlılarla,  yani düşmanla, diyelim eşit tutuyor, düşman diyor. Şimdi bu Türkler böyleyken Türkler Yunanlılarla dost ne demek? Hangi Türkler hangi Yunanlılarla dost? Ve Türklerle Yunanlılar dost olacak, yani ben faşist Türkle nasıl dost olurum, yani sevmiyorum faşist Türkleri. Yunan faşizmini de sevmiyorum, Türk faşizmini de. Ulusların dostluğundan söz edenler, ulusları tek kişilik taşıyan kitleler olarak görenler olabilir. Yani milliyetçi paradigmayı benimseyenler. Örneğin siz bana sorsanız “Yunanlıları mı, Türkleri mi seviyorsunuz?” diye “Bu ne biçim soru?” derim. “Türklerin bir kısmını seviyorum çünkü arkadaşım dostum, bir kısmını sevmiyorum, bir kısmına da tarafsızım” derim. Anadolu’da bir adam görsem yoldan geçen, onu seviyor muyum, sevmiyor muyum? Ne seviyorum, ne sevmiyorum. Bir adam geçiyor, bana ne yani. Ne demek ama onu seviyor musun? Şu kastediliyor. O adam müttefikimiz mi, düşmanımız mı?  Yani “biz Almanlarla dostuz, Almanlarla bir olacağız, İngilizleri yeneceğiz” der gibi bir dostluk. 

Vefa Lisesi’nde tarih hocamızın bize ilk öğrettiği şey: “hiçbir ülke dost ya da düşman değildir. Günün koşullarına göre menfaatlerinizin çıkarlarınızın örtüştüğü ya da çatıştığı ülkeler vardır”dı…
O devletler bazında. İnsan bazında, örneğin “İngilizleri seviyor musun?” diye bir soru gelse. Bizim bir gelinimiz İngiliz, onu çok seviyorum ama başka bir İngiliz’i sevmeyebilirim, bir kısmı ile tarafsızım. Yunanlılar için de bu böyle, “karşıdaki komşuyu seviyor muyum?”. Ne seviyorum, ne sevmiyorum. 

* Dr. Öğr. üyesi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
(Gelecek hafta devam edecek)



 

Kategoriler

Dosya