‘Yalnız Allah’tan korkan’ İstiklal Mahkemeleri

'Konumuz, Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası olan İstiklal Mahkemeleri. Geçtiğimiz ay, TBMM Arşivi’nde bulunan belgelerinin tasnif edilerek araştırmacılara açılması söz konusu olduğunda üzerinde saman alevi türünden tartışmaların yapıldığı bu mahkemeler'

‘İnternet Andıcı’ davası kapsamında tutuklanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Anayasa Mahkemesi’nde mi yoksa sivil adli mahkemelerde mi yargılanacağı tartışması, bu haftanın yazısının esin kaynağı oldu. Konumuz, Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası olan İstiklal Mahkemeleri. Geçtiğimiz ay, TBMM Arşivi’nde bulunan belgelerinin tasnif edilerek araştırmacılara açılması söz konusu olduğunda üzerinde saman alevi türünden tartışmaların yapıldığı bu mahkemeler, bugün İlker Başbuğ’un adil yargılanması konusunda kılı kırk yaran Kemalist çevrelerin bir zamanlar muhaliflerine nasıl bir muameleyi layık gördüklerini gösteren ibretlik (‘kurumlardı’ demeye dilim varmıyor) aygıtlardı.

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden biri, ülkenin pek çok yerinde çıkan ayaklanmaları ve asker kaçaklarını engellemek için, 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Bunu takip eden dört ay boyunca düzenin sağlanamaması üzerine, 1793’te Fransa’da kurulan, olağanüstü yetkilere sahip ‘İstiklal Mahkemesi’nden esinlenilerek ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu.

‘Yalnız Allah’tan Korkar’

İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasal ancak yargılama usulleri açısından hukukdışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç, üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar’ yazan mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından, sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı, ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.

Asker kaçaklarıyla mücadele

18 Eylül 1920 - 31 Temmuz 1922 arasında görev yapan 12 mahkeme ile 1922 sonundan Mayıs 1923’e kadar görev yapan iki mahkeme olmak üzere toplam 14 İstiklal Mahkemesi, amaçları farklı olduğu için ‘Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ diye anıldı. Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır’da kurulan bu mahkemeler esas olarak ‘casusluk’, ‘bozgunculuk’, ‘asker kaçakları’, ‘eşkıya’, ‘saltanat yanlıları’ ve ‘isyancılar’ ile mücadeleyi amaçlıyordu. Ancak en önemli sorun asker kaçaklarıydı. Çünkü ‘Her Türk asker doğar’ iddiasına rağmen, sadece Sakarya Meydan Muharebesi sırasında (1922) tam 48.335 kişi asker kaçağıydı.

Resmi verilere göre bu mahkemelerde, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak, toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine 40 ila 100 değnek, malını mülkünü müsadere, para cezası, yerine evden başkasının askere alınması, halka teşhir, hapis, evinin yakılması gibi çeşitli cezalar verildi. 1054 idam cezası infaz edildi. Ama bu sayılar gerçeğin ancak bir bölümü olmalı, çünkü bu davalara ilişkin belgelerin çoğu kayıp. Bu konudaki ilk ve en kapsamlı çalışmanın sahibi olan, Kemalist eğilimli Ergun Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı 5 binin üzerinde olmalı.

Şark İstiklal Mahkemeleri

Şeyh Said İsyanı bahanesiyle 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu ile kurulan ‘İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ ise, muhalefetin büyük direnişiyle karşılaştı. Milli Mücadele’nin önderlerinden Kazım Karabekir “Islahatı İstiklal Mahkemeleri ile mi yapacaksınız?” diye sorarken, Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesinin idam hükümlerinin infazını Meclis’e bıraktığını, bu hüküm değişmeden kanunun görüşülemeyeceğini söylüyordu. Dersim Mebusu Feridun Fikri (Düşünsel) Bey “kanunun hükümetçe çok geniş yorumlanarak bütün olayların isyan ve ihanet gibi gösterilebileceğini, Cumhuriyet rejiminde hakların her şeyin üzerinde olduğunu ve hak ve hürriyetlerin hükümetin idaresine bırakılamayacağını, bunun Teşkilatı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu” ısrarla belirtiyordu.

Kavgaya varan ateşli tartışmalara rağmen, kanun 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Kanunla, biri idam kararlarını uygulama yetkisiyle ‘Şark’ için Diyarbakır’da, diğeri idam kararları TBMM’nin onayı ile uygulanmak üzere Ankara’da, iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Diyarbakır’daki mahkemenin resm, adı ‘İsyan Bölgesi Mahkemesi’ idi ama ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ olarak anıldı. Ardından, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda din, esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri ‘vatan haini’ ilan eden değişiklik yapıldı ve mahkeme göreve başladı. 21 Mart’ta, İsmet İnönü, Meclis Başkanlığı’na Divan-ı Harb-i Örfilerde verilen idam cezalarının da ordu, kolordu, bağımsız tümen ve müstahkem mevki komutanlarınca onaylanarak uygulanmasını öneren bir önerge verdi. 22 kişilik muhalif grup bu teklifin de anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğunu söyledi ama önerge, hükümetin istediği şekilde kanunlaştı.

‘Üç Aliler Divanı’

Ardından mahkeme heyetleri seçildi. İsyan (Şark) Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karesi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan) beylerdi.

Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip beylerdi. Bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı. Ancak, adı veya göbek adı Ali olan iki üye daha vardı.

Mahkemenin en sert üyesi Ali Saip Bey’di. Şark İstiklal Mahkemesi’nin, aynen Ankara İstiklal Mahkemesi gibi sivil ve asker, tüm olayları yargılamasını isteyen Ali Saip Bey, bu konuda mahkemenin tek hukukçu üyesi olan Ahmet Süreyya Bey’le ters düşünce “Savcılıkla aramızda kanaat farkları var. İstifa ediyorum. Böyle çalışamam!” diyecekti. Sonunda mesele Ankara’ya aktarılacak, gelen cevaptan, Ankara’nın ‘devrimci uygulamalar’ın sınırlandırılmasını istemediği anlaşılacaktı. Zaten Mustafa Kemal 16 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında “İnkılâbın kanunu mevcut kanunların üstündedir” diyerek rotayı göstermişti. Hâkimler ile savcı arasındaki anlaşmazlık, “Gerekirse kanunların üzerine çıkarız” görüşünün üstün gelmesiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra, mahkemenin yetki bölgesindeki 14 vilayet ve iki kazadaki her türlü sivil ve askeri dava bu mahkemelerde görüldü.

Mahkeme heyeti üyelerinin anılarından ve resmi belgelerden açıkça görüldüğü gibi İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’le doğrudan temas halinde çalışan bu mahkemelerde, başta 1925’te Şapka Kanunu’na karşı çıkanlar; 1926’da Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunanlar; İttihatçılık davası güdenler; Saltanat ve Hilafet’i geri getirmeye çalışanlar; komünist örgütlenmelere katılanlar; yolsuzluk, casusluk, hükümete muhalefet suçlarına katılanlar vb. olmak üzere, yaklaşık 7500 kişi yargılandı. Bunların yaklaşık 3280’i çeşitli cezalara çarptırıldı. 660 kişi idam edildi.

Eşref Edip, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir

İstiklal Mahkemesi’nde yargılananlardan biri, dönemin ünlü İslamcı dergisi Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip (Fergan) idi. Eşref Edip, polis nezaretinde, Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli’nin karşısındaki Danıştay binasına giderken düşünüyordu. Acaba neden gözaltına alınmıştı? Şeyh Said İsyanı ile bir ilişkisi yoktu ancak geçen günlerde Masonluk hakkında bir kaç yazı yayımlamışlardı. Acaba o mu infiale sebep olmuştu? Sorularına cevap alamadan, kendini Ankara’ya giden trende bulacaktı. Trenden inince doğru İstiklal Mahkemesi’ne, ardından Cebeci’deki Tevkifhane’ye gittiler. Onu çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vurdular. Bir hafta, yemek getiren erden başka kimse uğramadı yanına. Geceler boyu, tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledi. Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildi. Moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü kafatasları, insan kemikleriyle dolu karar topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhtu gardiyanlar, akrepler, çıyanlar... Sağda solda feryatlar, iniltiler... İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları... Zihnini giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçu neydi bir öğrenebilseydi...

Unutulan yazar

Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geldi. Eşref Edip’in hücresini ziyaret ettiğinde “Aaaa! Sen burada mısın?” dedi. “Bizi unuttunuz galiba!” diye yanıtladı Eşref Edip, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorunuz.” “Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan istiyorlar.”

“Seni Şark’tan istiyorlar” ne demek? diye düşündü Eşref Edip. Bunu daha sonra öğrenecekti. Şeyh Sait, idam yerine Edirne’de sürgün cezası verileceği vaadiyle kendisini isyana götüren nedenlerin başında Cumhuriyet döneminin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programı ve İstanbul basınının, özellikle de Sebilürreşad’ın hükümet aleyhine yaptığı yayınların geldiğini söylemişti. Şeyh Said’i ikna eden Ali Saip Bey’in kafasındaki plan, muhalif gazetecilerle Şeyh Said’i duruşmada çarpıştırmak ve böylece her iki tarafı da birbirinin silahıyla vurmaktı. Ancak siyasi durumun nezaketi yüzünden, Ankara bekleyememiş ve Şeyh Said ve 46 adamını acilen asmak zorunda kalmıştı. Hikâyenin gerisini Eşref Edip’in son derece ilginç hatıratından okuyabilirsiniz.

Resimli Ay’da çıkan yazılar

Eşref Edip ve bir grup ünlü gazetecinin yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edildiği günlerde, Gülhane Parkı’nda eşi ve çocuğuyla piknik yapan Zekeriya (Sertel) Bey’in hayatı da, karşısına dikilen bir polis memurunun onu emniyete davet etmesiyle değişecekti.

Trende Zekeriya Sertel’le birlikte karanlık bir meçhule giden biri daha vardı: Abdülhamit’in ünlü paşalarından Şakir Paşa’nın oğlu Cevat Şakir (Kabaağaçlı) Bey. Oxford Üniversitesi’ni bitiren, Türkçe dışında altı dil bilen, zeki, bilgili, yetenekli biri olan Cevat Şakir, gençliğinde bir kıskançlık meselesinden dolayı babasını öldürmüş ve sekiz yıl hapis yatmıştı. Verem olduğu için cezasını tamamlamadan salıverilmişti.

Eşi Sabiha Hanım’la birlikte sahibi olduğu Resimli Ay dergisinde yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle Ankara’nın ve Mustafa Kemal’in tepkisini çeken Zekeriya Bey, ayrıca komünist olarak da tanınıyordu. O günlerde Resimli Ay’ın en önemli temalarından biri Milli Mücadele’nin sadece birkaç kahraman liderin değil, işçisinden köylüsüne, memurundan askerine, kadınından gencine tüm halkın eseri olduğu, bu adsız kahramanları anmak için de bir ‘meçhul asker’ anıtı dikilmesiydi. Bu kampanyaya cevap gecikmemişti. Akşam gazetesinde ‘Üç Aliler Divanı’nın en ünlü üyelerinden Kılıç Ali’nin bir yazısı çıkmış, yazıda, savaşı halkın değil Atatürk’ün yaptığı ileri sürülmüştü. “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir” diyen yazar, “ ‘Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur” diyordu. Yazarın Mustafa Kemal’in en has yaverlerinden olması, Zekeriya Bey’in baltayı taşa vurduğunu gösteriyordu.

Belki de Resimli Ay’ın son sayısında yayımlananan, Cevat Şakir’in ‘Asker kaçakları nasıl asılır?’ başlıklı yazısıyla ilgiliydi gözaltı. Cevat Şakir hapishanedeyken, İstiklal Mahkemelerinde idam cezasına çarptırılan asker kaçaklarının idam sehpasına gitmeden önce öteki mahkûmlara karşı tutumları, pılı pırtılarını yoksul mahkûmlara vermeleri Cevat’a dokunmuştu, yazısında bunu anlatıyordu.

“Burası bir cehennemdir”

Hücreye döndüklerinde, Mersin’de yayımlanan Doğru Söz gazetesinin sahibi Ata Çelebi adlı bir komünist genç, onlara mahkemelerin çalışma prensiplerini özetledi: “Burası bir cehennemdir, bir salhanedir. İstiklal Mahkemesi’ne getirilenlerin yüzde doksanı öldürülür... Mahkeme sizi savunma için bildirilen günden önce çağırırsa, hakkınızda idam hükmü verilmiş demektir. Süreyi uzatmakta fayda yoktur. Yok, gününde çağrılırsanız, durumunuz şüpheli demektir. Mahkeme daha bir karara varmamıştır. Savunma günü sonraya bırakılmışsa, kurtulduğunuza işarettir. Çünkü mahkeme aceleye lüzum görmüyor demektir.”

Zekeriya ve Cevat Şakir, beş gün sonra değil de üç gün sonra çağrılınca ‘geleneğe göre’ idama mahkûm edileceklerini düşünüp perişan oldular. Ama şansları vardı. Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “İdama mahkûm olan insanlar bile bile ölüme nasıl giderler” başlıklı yazı dolayısıyla tutuklanmışlardı. Ancak cezaları üçer yıl sürgün ve kalebentlikti. Cevat Şakir Bodrum’a, Zekeriya Sertel Sinop’a gidecekti. Ölüm beklerken kalebentlik cezası almak, ikiliye büyük ikramiye gibi görünmüştü. Üç yılın sonunda geride kalan eşler küçük çocuklarına bakarken, Sabiha Hanım Resimli Ay dergisini de idame ettirmişti. Zekeriya Sertel cezası bitince İstanbul’a dönerken, Cevat Şakir Bodrum’a yerleşecek ve ‘Halikarnas Balıkçısı’ adıyla ünlü bir edebiyatçı olacaktı.


 


 

özet kaynakça:  Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Cilt I-II, Dokuz Eylül Üniv. Yay., İzmir, 1988;      Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya Yay., İstanbul, 1964; Kılıç Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, Sel Yay., İstanbul, 1955; Eşref Edip Fergan, İstiklal Mahkemelerinde, (yay. haz. Fahrettin Gün), Beyan Yay., İstanbul, 2002; Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Gözlem Yay., İstanbul, 1977.