Adalet ya herkes için vardır ya kimse için yoktur. Bazı grupların bazı zulümleri otomatikman ve kategorik olarak hak ettikleri anlayışı topluma öyle bir yerleşmiş, öyle normalleştirilmiş ki, Türkiye bir kanunsuzluk, güçlünün gemisini yürüttüğü şiddet toplumu oldu. Adalet yerine adaletsizlik kurumsallaştı.
Son iki yazıda Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayanlara karşı ilk günden bu yana ortaya konan sistematik ayrımcılıktan ve örnek vakalardan bahsettik. Peki, bu sistematik ayrımcılık, hatta zulüm ile, Türkiye’de hukuk düzeninin, adaletin yerleşememesi, kökleşememesi arasında bir ilişki var mı? Kanımca kesinlikle var. Tabii ki, Türkiye’de adaletsizliğin ve hukuk düzeni yokluğunun tek sebebi bu gruplara karşı kurumsallaşmış, kemikleşmiş ayrımcılık değildir ama bu da önde gelen, belirleyici sebeplerden, etkenlerden biridir. Açıklayalım.
Adalet kavramının ve adaletin hayata geçirilmesinin birçok farklı veçhesi veya bileşeni var. Bunlardan ilk akla gelen, tabii, kanunlar ve mahkemelerdir ki doğrudur, kanunlar ve mahkemeler adaletin tecelli edeceği, etmesi beklenen yerledir. Fakat adaletin bir de duygu ve kültür boyutu vardır; adalet yalnız mahkeme salonlarında değil, zihinlerde, kafalarda da tecelli eder, etmelidir. Ama adaletin bu tarafı analizlerde genellikle ihmal edilir, üzerinde pek durulmaz. Kanun ve mahkemeler, daha ziyade devlet alanında tezahür ederken, adaletin kültür ve duygu boyutları toplumsaldır ve dolayısıyla tabana daha fazla yayılmıştır.
Bir olay, bir durum, bir uygulama birilerine gayet adil, birilerine gayriadil görünüyorsa, o kişilerin birlik olmasını geçtim (ki konumuz o değil ama ‘birlik’ amacına da şüpheyle bakarım), ortak bir toplumsal hayatı huzurlu biçimde devam ettirmeleri de çok zordur. Velhasıl, insanların barış içinde beraber yaşayabilmeleri için adaletin duygusunda ortaklaşmaları lazım ki bu da adalet kültürünün tabana yayılmış ve yerleşmiş olmasını, başka bir deyişle, neyin adil neyin adaletsiz olduğuna karar verirken başvurulan değerler ve normlar üzerinde yaygın bir mutabakat olmasını gerektirir. Kültürün her veçhesi gibi adalet kültürü, onun dayandığı değer ve normlar da öğrenilir; sosyalleşme, gözlem ve tabii ki resmî ve gayriresmî eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır.
Peki, Türkiye’de kuşaklar boyunca insanlar adalet konusunda ne öğrendiler, ne gözlemlediler? Türk ve Müslüman olmayanlara yapılanlara baktıklarında, adaletin kriterlerinin muhataba ve sizin muhataba bakışınıza, onu değerlendirmenize göre değişebileceğini, ideolojik ve siyasi hedefler doğrultusunda hukukun eğilip bükülebileceğini, gerekirse cezalandırmanın bireysel değil kolektif olabileceğini, böylece suç işlememiş bir kimsenin de kimliğine bağlı olarak cezalandırılabileceğini, kanunda yazanın her zaman uygulanmayabileceğini, herkesin kanun önünde eşit olmayabileceğini öğrendiler; zira mezkur gruplara yapılagelen muamelede bunların hepsini sistematik, sürekli, yani yapısal ve kurumsal biçimde gözlemlemek mümkün.
Tüm bunları kimi zaman açıktan açığa görerek, kimi zaman kulaktan kulağa duyarak büyümüş nesillerin adalet kültürünü ve dolayısıyla duygusunu geliştirmesi, içselleştirmesi beklenebilir mi? Adaletin terazisinin muhataba göre değişebileceğini, Themis’in gözlerinin, karşısına adalet talebiyle gelmişlerin soyunu sopunu, geçmişini, aidiyetini didik didik etmek üzere gerekirse faltaşı gibi açılabileceğini bir kere kabul ettiniz mi, dün muarız olarak gördükleriniz Ermeni, Rum, Yahudi olur, onlara haksızlık yaparsınız; bugün onlar kalmamışsa muarız veya düşman olarak gördüğünüz başkaları vardır, onlara haksızlık, hukuksuzluk yaparsınız, çünkü bunun olabilir ve normal olduğunu bir kere kabul etmişsinizdir.
Adalet kavramının bilinen ilkesidir: Adalet ya herkes için vardır ya kimse için yoktur. Bazı grupların bazı zulümleri otomatikman ve kategorik olarak hak ettikleri anlayışı topluma öyle bir yerleşmiş, öyle normalleştirilmiş ki, Türkiye bir kanunsuzluk, güçlünün gemisini yürüttüğü şiddet toplumu oldu. Adalet yerine adaletsizlik kurumsallaştı.
İdeolojik ve siyasi hedefler doğrultusunda hukukun eğilip bükülebileceği hususu üzerine bir iki cümle daha yazmak, durumun daha iyi anlaşılması için faydalı olacaktır. En kısa şekilde söyleyecek olursak, adalet Türkiye’de her zaman Türkçülük ve devletçilikten sonra geldi. Çok bilinen sözü modifiye edersek, söz konusu olan Türkçülük ve devletçilikse, adalet her zaman teferruat oldu. Birincil görevinin ‘devletin bekası’nı korumak olduğunu düşünen savcıların ve hâkimlerin baskın olduğu bir ülkede adaletin tesis edilmesi çok da mümkün değildir. Adalet, ideal düzlemde devletler üstü bir nosyon ve hedeftir; hatta aşkın, evrensel bir kavramdır. Adaletin öyle bir özü vardır ki Türkiye’de de, ne bileyim mesela Namibya’da da aynıdır. Hukuk insanlarının da bu bilinçle hareket etmesi gerekir.
Türkiye’de ise yalnız yasa koyucular, seçilmiş siyasetçiler, atanmış bürokratlar değil, hâkimler ve savcılar da Türk ve Müslüman olmayanlarla ilgili bir karar verirken bazı siyasi mülahazalara ve yalan yanlış, eksik gedik tarihsel analizlere dayanarak ve o analizlerden kendilerince birtakım kapanmamış hesaplar çıkartarak hareket edegeldiler. ‘Azınlıklar’ın Osmanlı’yı ve Türkiye’yi sömürdüğü, dolayısıyla bazı cezaları, hukukun evrensel ilkelerine aykırı bile olsa, hak etttikleri iddiası gibi...
Hukuka bu kadar siyaset ve tarih karıştırmayı alışkanlık hâline getirdiğiniz ölçüde adaletten uzaklaşıyorsunuz.