Cumartesi Anneleri, her Galatasaray eyleminde bir kaybın öyküsünü anar. Cumartesi Anneleri ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi imzasıyla biten bu metinlerin toplamına bakılsa en sık kullanılan fiil “vazgeçmemek” olabilir. “Gözaltında kaybedilenlerin akıbetlerinin açıklanması, suçun fail ve sorumlularının yargılanarak cezalandırılmaları talebiyle” oradadırlar. “Tüm kayıplarımız için adalet istemekten, devletin evrensel hukuk normları içinde hareket etmek zorunda olduğunu hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğiz” diyerek bitirirler. Kaldı ki orada bulunmanın bizatihi kendisi vazgeçmemek anlamına gelir. Peki neden vazgeçmemek?
“1000 hafta”, son derece net inşa edilmiş olmasına rağmen insan algısının hızla bir ölçüye tercüme edebileceği bir zaman dilimi değil. Bu kaç yıl demektir, tarif edilmek istenen süre neden özellikle hafta üzerinden dile getirilmiştir? 1000 hafta süregiden nasıl bir hal, ne çeşit bir eylem olabilir?
İstanbul'un en işlek meydanlarından biri olan Galatasaray Meydanı, Cumartesi Anneleri ya da kardeşleri, babaları, çocukları, torunları da katarsak tüm kayıp yakınlarıyla Cumartesi İnsanları'nındır artık. Böyledir çünkü neredeyse otuz yıldır sesleri ve de sessizlikleri her bir parke taşına, o meydana bakan binaların çimentosuna, üzerinden uçan kuşların kuşaklarca kanatlarına sinmiştir. Bu bir teşbih sayılmaz, birkaç hafta sonra gerçekten 1000. kez buluşulacak Galatasaray'da.
Cumartesi Anneleri, her Galatasaray eyleminde bir kaybın öyküsünü anar. Cumartesi Anneleri ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi imzasıyla biten bu metinlerin toplamına bakılsa en sık kullanılan fiil “vazgeçmemek” olabilir. “Gözaltında kaybedilenlerin akıbetlerinin açıklanması, suçun fail ve sorumlularının yargılanarak cezalandırılmaları talebiyle” oradadırlar. “Tüm kayıplarımız için adalet istemekten, devletin evrensel hukuk normları içinde hareket etmek zorunda olduğunu hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğiz” diyerek bitirirler. Kaldı ki orada bulunmanın bizatihi kendisi vazgeçmemek anlamına gelir. Peki neden vazgeçmemek?
Her yer Galatasaray
Kürtlere yönelik devlet şiddetinin yoğunlaştığı 1990'lı yılların başında gözaltında kaybedilenlerin ya da gözaltı dışında infaz edilenlerin yakınları, yanlarında az sayıda insan hakları savunucusuyla birlikte ilk kez 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda oturdu. Her cumartesi saat 12’deki bu sessiz buluşmaların ilhamını Arjantin’deki Plaza de Mayo annelerinden almışlardı. Eyleme yönelik polis şiddeti gittikçe arttı ve 1999'un baharında “Bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” diyerek Galatasaray oturumlarına ara verdiler.
2008'de Ergenekon davasına ait iddianamenin hazırlanmasıyla eylemler tekrar başladı. Çünkü onların zorla kaybetmelerden sorumlu olarak andığı bazı isimler de yargılanıyordu ve davanın bu yönde genişletilmesini talep ediyorlardı. 2009’da Galatasaray'da başlayan eylemler artık sadece İstanbul’da değil, Diyarbakır’da, Cizre’de, Batman’da, İzmir’de, Yüksekova’da da yapılıyordu.
2015'te Çözüm Süreci'nin bitmesini takip eden uzun süreli sokağa çıkma yasakları sürecinde, Diyarbakır, Cizre, Batman ve Yüksekova’daki eylemler sekteye uğradı. İstanbul’da 25 Ağustos 2018’de 700. haftada bir araya geldiklerinde ise yoğun polis şiddetiyle karşılaştılar, dahha sonra defalarca gözaltına alındılar. Galatasaray Meydanı'nda buluşmalarına artık izin verilmiyordu. Meydanın dışında, sokaklar dahi yasaklanmıştı. Eylemin açıkça kamusal alanlardan men edilmeye çalışılmasına karşılık İnsan Hakları Derneği'nin İstanbul Şubesi'nin önünde, hakikaten kapının önünde her cumartesi buluşmaya devam ettiler. Bu yasağın Anayasa Mahkemesi'ne taşınmasına ve alınan ihlal kararına rağmen Galatasaray'da her zaman oturdukları yere karanfil bırakma girişimleri yirmi dokuz hafta boyunca polis şiddetiyle karşılaştı. Neredeyse beş yıl sonra, ancak 2023'ün Kasım ayında tekrar buluşabildiler Galatasaray'da.
Derin yaralar
Toplumsal bir anlamı olduğuna inandığım için yazının bu noktasına kişisel bir not düşmek isterim. Birçok gazeteci gibi bu kayıp davaları ve Cumartesi Anneleri eylemi meslek hayatımın büyük kısmına yayılmakla kalmadı, şahsen üzerimde çok da etkili oldular. Galatasaray'da çok defa arkalarına geçtim o haftanın adalet talebini dinledim, önlerine geçtim fotoğraflarını çektim. Kimi kayıpların hikâyelerini yakınlarından dinledim, ayrıca yazdım; zaman aşımına az kalmış kimi davaların sinir törpüleyen duruşmalarına girdim. Kemik parçası aranan mezar yerleri gördüm, kardeşinin kemiğini buldu diye sevinenlerin evlerine misafir oldum. Bir otobüs dolusu kayıp yakınıyla İstanbul'dan Aydın'a, o sırada Mehmet Ağar'ın tutuklu bulunduğu cezaevinin önüne gittim. Yüzlerini Galatasaray'da gökyüzüne doğru kaldırılan belki hayattaki tek fotoğraflarından bildiğim kişilerin kardeşleriyle, çocuklarıyla birlikte yaş aldım. O politik inat benim gibi çok insana dokundu. Geçen haftalarda 43. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel yarışmasında En İyi Film seçilen “Dargeçit” bu ısrarın altını tekrar çizen bir film oldu. Hiçbir sonuç alınamayabileceğini bilerek ama sonuna kadar inanarak adelet aramak... İlki devlet şiddetinin mekanizmasını görmekten kaynaklanan siyasi bir olgunluk, ikincisi mücadelenin dinamiğini içten hissetmekten kaynaklanan güçlü bir inanç.
Yönetmenliğini Berke Baş'ın yaptığı “Dargeçit”, 1995'te Mardin, Dargeçit’te oğulları ve kardeşleri devlet güçlerinin elinde kaybolan aileleri, onların avukatlarını, 2015’te başlayan Dargeçit JİTEM davasının duruşmalarında takip ediyor. Filmin yapımcılığını ise yıllardır bunun gibi davaların takibi, belgelenmesi ve kamusallaştırılması alanında çalışan Hafıza Merkezi'nden Enis Köstepen üstlenmiş. Bilhassa başka kentlere taşınan duruşmalar için uzun yollardan gelen aileler adalet ve hakikat kırıntısı için girdikleri salonlardan elleri boş çıkıyor; şiddetin bir uzantısı olarak bu da sistematikleşmiş. Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde tekrar canlanan bu davaları, hükümetin hesaplaşma gösterisi üzerinden faillerin ceza alabileceğine dair bir nebze de olsa umut yaratmıştı fakat neredeyse tamamında sanıklar beraat etti.
Hukuk eğitimi alan ve uzun yıllardır zorla kaybetmeler, zorla göç, hafıza ve adalet arayışı konularında çalışan Özgür Sevgi Göral, Türkiye'deki muhalif hafıza çalışmalarını, Cezayir'deki sömürgeci tarihi üzerinden Fransa'yla karşılaştıran bir dizi yazı yazmıştı. İstos Yayınları'nın geçen yıl “Yaramız Derindir- Hafıza Sahası ve Sömürgeci Afazi” başlığıyla yayınladığı kitap, hafıza ve yüzleşme girişimlerini açmazlarıyla, olanaklarıyla değerlendirirken bu yeni faşizmler çağına güncel bir bakış önerisi getiriyor.
Göral'ın Cumartesi Anneleri/ İnsanları'na dair bir vurgusu ayrıca önemli. Göral bu “bekleyişin” ilk anda akla geldiği gibi yekpare, pasif ve sabit bir süreç olmadığının, kaybın akıbetini öğrenmekten kemiklerini bulmaya uzanan taleplerin, zamanın akışını önemsiz kılmasının altını çiziyor, dolayısıyla bunu aktif bir süreç olarak niteliyor. Jean Améry'nin faşizmden ve soykırımdan sağ kurtulanlar için sarf ettiği “zamanın feshi” talebine benzetiyor bunu. “1000 hafta” böylelikle bir anlama kavuşuyor.