Karanlığın içinde mizah bulur, en gergin anda söylediği bir cümle ile herkesi güldürür, ortamı yumuşatırdı. Radikal’e yazar olduğunda her kelimesini okumak iyi gelirdi. Bazen esnaflık bazen de tır şoförlüğü yaptığını öğrenirdik. Buna da hiç şaşırmazdık, çünkü Sırrı Süreyya Önder en kendine has insanlardan biriydi.
Hava güneşli. Diyarbakır heyecanlı. İnsanlar akın akın Newroz alanına gidiyor. Tarihi bir gündeyiz: 21 Mart 2013. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın barış mesajı okunacak.
Öcalan’ın yazdığı barış mektubu, öğlen saatlerine doğru 3,5 yıl İmralı, Ankara, Kandil arasında gidip gelmekten artık yorgun düşmüş Sırrı Süreyya Önder tarafından neredeyse bir milyon insana okunuyor. Tüm alanı saran Sırrı Süreyya Önder’in sesi, alkışlar, zılgıtlar, sloganlar ve halaylarla defalarca kesiliyor. Herkesin yüzünde bir gülümseme. Sanki bir şeyler değişecek mi ne?
Sahne arkasındaki yalnızlık
Gazetecilere ayrılmış yerde biraz itilip kakıldıktan sonra, haberimi yazmak için yer ararken, sahne arkasında buluyorum kendimi. Birileri üzerime basmadan oturup yazacağım yer bakarken, Sırrı Süreyya Önder’le karşı karşıya geliyoruz. Belli ki sahnedeki kalabalıktan kaçıp buraya sığınmış. Üzerinde her zamanki gibi kendisine büyük gibi duran ceketi, Öcalan’ın mektubunu elinde sıkı sıkı tutuyor, yüzünde huzurlu bir gülümseme. Ama bu sefer sanki koca solcu bıyığı da gülümsüyor. İnanılmaz kalabalık arasında, o sanki yine 8 yaşındaki yetim çocuk. Yalnız başına, çılgın kalabalıktan beri, orada öylece duruyor. Emekleri karşılığını bulmuş, üzerinden yük kalkmış belli, nasıl iyi olmasın?
“Naber abi?” diyorum. Radikal’den tanışıyoruz, artık mebus olduğu için fazla göremiyoruz ama herkesin “Sırrı abisi” olduğu için ben de abi diyorum. Gülümsüyor, kafasıyla kalabalığı işaret ediyor. “İyiyim, iyiyim” diyor kalender kalender. “Mektubun fotoğrafını çekebilir miyim?” diyorum. “Gel” diyor. “Artık arşivimde!” “Ne oldu sana, nedir bu halın?” diye soruyor. Kalabalıktan çıkmaya çalışırken, bariyerlere takılıp ceketimin sol yanını tamamen yırtmışım, darmadağınık görünüyorum. “Zalımın oğullarına bak! Kürtlerin ve barış sürecinin sana ceket borcu oldu” diyor. Gülüyoruz, “Gel hele şuraya otur, Radikal haber bekler” deyip beni bir kenara oturtuyor.
Yine müebbet
O gün, büyük ihtimal Sırrı Süreyya Önder, daha sonra başına gelecekleri tahmin bile edemezdi. 2013 Newroz bildirgesini okuduğu için hakkında müebbet hapis istendi. Daha sonra 38 defa ağırlaştırılmış müebbet!
Hapis cezasına “Umrunda olanı Allah şuradaki merdivenlerden indirmesin” diyecek kadar bizden, bizim gibi bir insandı Sırrı Süreyya Önder. Hapse girmeden önce şöyle diyordu: “Ben cezaevine ilk 16 yaşında girdim. Sonra 18 yaşımda, 12 Eylül faşizmine direndiğim için tekrar girdim. 12 yıl ağır hapse mahkum edildim. Cezaevinde 50 günden fazla ölüm orucuna girdim. Anayasa’yı ortadan kaldırmaya tam teşebbüsten ceza aldım. Çıktıktan sonra, bu memleketin yeni Anayasa’sının yazım komisyonunda yer aldım. 12 Eylül faşizmini şebek eden iki film yazdım, birinin de yönetmenliğini yaptım, Beynelminel. Sonra barış süreci başladı, bakanlarla, MGK temsilcileriyle, PKK’yle, Sayın Öcalan’la, 3,5 yıl süren düzenli görüşmeler yaptık. Başbakan(lar)ın özel ricalarını PKK’ye iletim. Bu ülkeye barışı getirmek için. Yaptıklarım da, okuduğum da şeref madalyasıdır. Meclis’teki bir komisyonda bana işkence yapan albayı sorguladım, çıra gibi titredi. ‘Ben yapmadım, fifi yaptı’ gibiydi. Şimdi hakkımda müebbet isteniyor. Bundan korkan, dünyanın en alçak insanıdır.”
Tır şoförlüğü de yaptı
Sırrı abinin korkmadığını, korkmayacağını, bu saçmalıklara pabuç bırakmayacağını bilirdik, en ağır gerçekleri bile mizahla, mavrayla, eğlenceyle hafifleteceğini de. Dalga geçmek değildi, hafifletmekti onunki. Mesela kanser hastalığı teşhisi konulduğunda bile “Herhalde bu yaşta grip olacak değiliz” diyebiliyordu. Gerçekten kendine has, farkl, "değişik" bir insandı. Karanlığın içinde mizah bulur, en gergin anda söylediği bir cümle ile herkesi güldürür, ortamı yumuşatırdı. Radikal’e yazar olduğunda her kelimesini okumak iyi gelirdi. Bazen esnaflık bazen de tır şoförlüğü yaptığını öğrenirdik. Sürprizlerle doluydu. Kimsenin bakmadığı yerden bakar, kimsenin düşünemediği şeyleri birleştirir, hiç duymadığımız cümleleri kurar, hiç bilmediğimiz hikayeleri anlatırdı. Gazeteye ziyarete geldiğinde, etrafını sarıp “mavra”ya katılmamak ne mümkündü? Birlikte hapis yattığı “artık ünlü gasteciler”in, yazarların, siyasetçilerin komik hikayeleriyle günümüzü aydınlatırdı.
Çelişki değil, ahenk
Bir tek onlarla değil elbette, mesela Kardeş Türküler konserinde çat diye karşınıza çıkabilir, cümbüş ya da kanun çalabilirdi. Olmadık bir yerde çok acıktığınızda pat diye simit uzatabilirdi. Ya da durup dururken bir kaside okuyabilirdi ya da bir hadisten örnek verebilir, hiç duymadığınız bir türküyü söyleyebilirdi. Marx’tan bir şey anlatırken, bir köy imamının sözüne bağlayabilirdi. “Çabuk karar verin, Abdurrrahim Karakoç’tan mı Nazım Hikmet’ten mi şiir istiyorsunuz” demesine kimse şaşırmaz, bunlar ne alaka yahu demezdi. Çünkü Sırrı Süreyya Önder öyle bir adamdı. Bütün farklılıkları, bünyesinde toplar, herkesin beceremeyeceği bir güzellikte kendine has bilgi olarak çıkarabilirdi. Uçlardaki farklılıkları erittiği potası, sanırım hem kalbi hem de beyni idi ve inanılmaz bir ahenk kurabilirdi.
Başkasında çelişki gibi duran şeyler, onda “doğal” olarak dururdu. Babasının TİP’li, annesinin Nur tarikatından olmasıyla şekillenen hayatında, hiçbirini reddetmemiş, hepsini doğal olarak bünyesine almıştı. O doğallık her yere yansıyordu. Gezi Direnişi’ni başlatan belki de onun o doğallıkla yaptığı şeydi. İş makinelerinin üstüne çıkmış, son derece doğal olarak “Ben ağaçların da vekiliyim” diyerek, bağdaş kurup oturmuştu. Hrant Dink davasında adliyede ya da 19 Ocak’ta konuşmadaydı.
"Gel hele gel"
Hem araştıran bir entelektüeldi, hem halk bilgesiydi, karanlık suratlı ve lacivert ciddiyetli TBMM’de kendine laf atana “Gel hele gel” diyecek kadar “delikanlı”ydı. Uçak korkusu olduğu için, her yere karayoluyla giden bir yol erbabı ve yol yordam bilendi, kadirşinastı, hatır gönül bilirdi, halden anlardı. En ağır işkenceleri, mavra yaparak anlatacak kadar kalenderdi. Konuşmasıyla hem taşralı, hem şehirliydi. Kürt olanlar Kürt mü, Türk olanlar Türk mü anlamaya çalışırdı. Kağıt işçilerini, yüksek sanat severlerin umrumda olmayan Esmeray’ı, Kahtalı Mıçı’yı, unutulmuş türküleri, Anadolu’nun kumpanyalarını, insanlarını, esnafını, delisini, dervişini, yoksulunu hatırlar ve hatırlatırdı.
Deli mi veli mi?
Bütün bu kendine has özellikler elbette birtakım insanların canını sıkardı. Çünkü ne oralıydı, ne bulalı. Ne onlardandı ne bunlardan. Onu koyacak kefe bulumazdınız. Kendi vicdanının yolcusuydu. Yoldaki bütün aksiliklere acılaşmadan, kötücülleşmeden göğüs gerdi. Tam da bu yüzden ne İsa’ya yarandı ne de Musa’ya. Kalabalık görünse de tekti. Kendisinin de dediği gibi delilik ile velilik arasında ince bir çizgi vardı. O çizgiden hiç şaşmadı, o yüzden de çok sevildi.
Sırrı abi son yazısını Volkan Konak’ın ardından yazmıştı. Onu kendi kelimeleriyle uğurlayalım: “Bence eceli saymazsak, bedeni o büyük yüreğine dar geliyordu. Şerefle girdi hayatımıza, şerefle yaşadı, şerefiyle tamamladı zamanını. Şerefiyle de haşrolunacaktır inşallah.” Mekanın cennet olsun abi!