7 Aralık 1988’de Ermenistan’ın Spitak bölgesinde meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki Gümrü depreminin üzerinden 23 yıl geçti. Fotoğraf sanatçısı Erhan Arık ve Margarita Harutyan, Gümrü’de bugünkü yaşamı görüntüledi.
ERHAN ARIK
Hasmik’in evindeyim. 1988’de Gümrü depreminde kaybettiği annesiyle ilgili çekim yapmak için kapısını çaldım. Kapıyı açıp beni içeri davet ettiğinde, daha yer göstermeden Van’daki depremden dolayı ne kadar üzüntü duyduğunu dillendirdi. Deprem haberini almıştım ama sonrasında haberin detaylarını takip etme şansım olmamıştı, neler olduğunu tam olarak bilmiyordum. Bu yüzden, Hasmik’in yüzüne vuran telaşını, 24 yıl önce yaşadığı o büyük travmaya bağlamıştım. Hasmik, Van’daki depremle ortaklaştırdığı acısını paylaşıyordu benimle. Ben ise depremle ilgili detayları Hasmik’ten aldıkça iyice kötü oluyordum.
Bu yazının konusu, nadiren ortaklaştırabildiğimiz duygularımızdan çok, depremle birlikte ‘dün’ ve ‘bugün’ olarak ikiye ayrılan hayatlarla ilgili. Mağduru için etkileri dünü, bugünü ve yarını kapsayan, izleyen için ise sadece dün olan hikâyeler.
Evet, deprem, doğası itibarı ile zamanı ve mekânı ortadan ikiye bölen bir unsur. Tıpkı 7 Aralık 1988’de Ermenistan’ın Spitak bölgesinde meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki Gümrü depremi gibi. Bu depremi yaşamış olan Ermenistanlılar, zamanı ‘Gümrü depreminden önce’ ve ‘Gümrü depreminden sonra’ olarak tanımlıyorlar. Sohbet koyulaştığında, insanlar hikâyelerini sizinle paylaşırken zamanı ikiye bölüyorlar: Depremden önce ve sonra.
1988 Gümrü depreminin ardından, 15 bini Spitak’ta, 10 bini de Gümrü şehrini de içine alan bölgenin tamamında olmak üzere, 25 bin kişi hayatını kaybetti. Yaklaşık 30 bin kişi evsiz kaldı. Evsiz kalan bu insanların neredeyse tamamı ‘domik’ denen prefabrik evlere alındı. Depremden önce Ermenistan için kültürel ve ekonomik olarak büyük önem taşıyan Gümrü şehri, depremin ardından harabeye döndü ve binalarla birlikte bütün geçmişini toprağın altına gömdü. Kaybolan ve yıkılan sadece binalar, caddeler, sokaklar, fabrikalar olmadı; deprem, bu şehirde yaşayan insanların en değerli birikimleri olan ‘zaman’ı da ellerinden aldı. Tıpkı Narine Hanım’ın dediği gibi: “Üniversiteyi yeni bitirmiştim ve yeni evlenmiştim. Eşimle birlikte her hafta sinemaya giderdim. O zaman o filmlerdeki oyunculara çok uzak değildim. Ve en önemlisi, hayallerim vardı. Depremin ardından geçici olacağını düşündüğümüz bu domiklere taşındık eşimle birlikte. Ama hiçbir şey geçmedi. Takvim ve saat o günde kaldı. 20 yıldır bu tek göz prefabrik evdeyim. Şimdi sadece evimin kadınıyım. Çocuklarıma bakıyorum, temizlik yapıp yemek hazırlıyorum. Eşim sabah erkenden çıkar, akşam döner. Akşam, karşılıklı sessiz bir yemek yeriz, hepsi bu. ”Narine’nin çocuğuna “Peki sen mutlu musun?” diye soruyorum.
“Buraya yukardan baktığında zavallı, göç etmiş insanlarla dolu bir yer görürsün. Domiklerin şekilleri ve renkleri çirkindir. Her gün bu kötü görüntüyü gören insanlar mutlu olamazlar. Mutluluk bizim için anlardan ibaret.”
Öyle ya, zaman, bir saniye ile bir şeyi hem var eden hem de yok eden tek şey. Margarita ile birlikte domikler arasında ilerlemeye devam ediyoruz – varlık ile yokluk arasındaki o ince sınırda yani. Yaşlı bir kadına denk geliyoruz, sesi yaşından da ağır. Bahçesinde durmuş, bize bakıyor. Margarita yanına gidiyor ve ardından beni çağırıyor. İçeri giriyoruz. Tek göz bir ev; bazen çalıştırdığını söylediği, eski bir radyo ve döşemesi yıpranmış sunta sandalyesi ile bizi bir köşeye oturtuyor bu yaşlı kadın. Duvar kâğıtları, bir fotoğrafçı için görsel açıdan ucuz bir heyecan nedeni olabilecek türden. Ama rutubetiyle, bu yaşlı kadının nefesini kestiği kesin. Margarita konuştukça kadının sesindeki titreme ve yalnızlık artıyor. “Mutluydum, çalışıp geçiniyordum. Ama şimdi ne haldeyim... 72 yaşında bir kadınım. Hayatımdan bir şey anlamadım. Kapı komşum var, bir şey olursa onu çağırıyorum, ‘Ne olur, gel bana yardım et’ diye. Kim bana yardım ediyor, kim beni kurtarıyor? Eh işte, yaşıyorum. Bazen kendime bir fincan kahve yapıyorum, pencereden dışarı bakıyorum. O zaman kendimi iyi hissediyorum.”
Bir fincan kahve! Küçük, dört tekerlekli çekme arabalarla bir şeyler taşıyan insanlar. Sırtına içi odun kırıntılarıyla dolu telisi yüklenip zamanın ortasına dalmış bir adam. Dışarıya taşmış mutfak. Üşümesin diye atkısını boynuna sardığı, başına ise leçek bağladığı ayısıyla, küçük bir çocuk. Tek göz evde, Tanrı’nın mekânında umudu ve huzuru arayan bir kadın. Robin Hood’un Sherwood ormanından bakan küçük yüzler. Ve tenekelerin üzerinden uzanan iki çift çocuk eli.
Zamanın içinde başka bir zamana mahkûm olmuş bu insanların hayatlarından sadece birkaç parça...
Tel örgülerin ardındaki iki yaşlı kadına ilişiyor gözlerimiz. Yanlarına yaklaşıyoruz. İki kardeş beraber yaşıyorlar.
“Ne yakıtımız var, ne ekmeğimiz. Ben yalnız ve emekli bir insanım. Emekli maaşımla öksüz çocuklarıma bakıyorum. 20 yıldır suyumuzu uzaktan taşıyoruz. Ellerim acıyor artık. Duvar kâğıtlarım tutkal tutmuyor. Yağmur içeri giriyor. Yani iyi bir şey yok aslında. Gün boyu, yakmak için, kırılmış ağaç dallarını topluyorum. Sonra da acıkıyorum. Yemek yiyorum, su içiyorum. Benim bütün hayatım bundan ibaret.
Ben Tanrı’ya duacıyım. Biliyor musun neden? Çünkü Tanrı bana güç veriyor, kimseye ihtiyacım olmadan yaşayabiliyorum.”
Ve ardından sessiz bir ses içini döküyor:
“Ben kendimi sindirilmiş ve insanlardan uzak hissediyorum. Bazen zengin insanlarla iletişim kurmak istemiyorum. Hatta akrabalarımla bile. Biliyor musun neden? Çünkü insanlar onlardan bir şey istediğimi düşünüyor, ‘para verelim, yardım edelim’ diyorlar.”
Son olarak, kuru bir fidanın yanında duran yaşlı Arman’ın sözlerini duyuyoruz:
“Siz gidip geliyorsunuz. Burada değişen tek şey ayak izleri.”
Erhan Arık’ın Gümrü’de çektiği tüm fotoğrafları ve Margarita Harutyun’un roportajlarından oluşan video için tıklayın.