BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Bilmem kaçıncı kez İstanbul

Ah İstanbul, İstanbul… Bilmem kaçıncı kez, yine İstanbul. Seviyorum, ne yapayım? Kıyamıyorum. Bunca istismara dayanamıyorum. Bitirdiler onu valla, artık hiçbir şiirselliği kalmadı. Artık dinlenemiyor öyle ‘gözleri kapalı’ falan. Duyulmuyor bile artık o ‘hafiften esen rüzgâr’ın sesi. Şiirin devamı “Beyaz bir ay doğuyor ‘gökdelenler’ arasından” olmalı. Bir karmaşa, bir çirkinliktir gidiyor. Sözde güzelleşmek için, ardı ardına yanlış estetik ameliyatlarla büsbütün çirkinleşip, ucubeye dönen kadınlara benziyor. Özellikle ‘kadınlar’ diyorum, çünkü İstanbul dişidir. Yetmiyor, bir de dibini oyup duruyorlar. Dünyanın en büyük yer altı yoluna sahip olacakmışız; ne güzel... Nice önemli şehirden daha ilerideyiz.

Nefret ediyorum o yer altı yollarından. Ben onları hiç göremeden öleceğim. Hele Marmaray’ı hiç görmeyeceğim. Günlerdir televizyonlarda, İstanbul’un bir ucundan bir ucuna, hiç gün ışığı görmeden nasıl gidileceğini anlatıp duruyorlar. Tahayyül etmek bile kanımı donduruyor. Taksim’deki Kadıköy otobüslerinin kalktığı yer altı durağına şöyle bir bakayım dedim. Mümkün değil, ben oraya giremem. Nasıl basık, nasıl boğucu... Bir de denizin dibinden geçmeyi düşünün. Ölürüm. Kesin ölürüm. Korkmuyorlar da yahu, orayı burayı oyarken, üstelik sözde deprem beklentisi de var. Marmara Denizi’nden fay hattı geçiyordu hani? Eee? Oyuyorlar? Bir tüp geçit daha yapılacakmış?

Ne olacak bu şehir? Dibini durmadan oyuyorlar, üstüne durmadan gökdelen dikiyorlar. Ay, bir de ‘çılgın kanal’ projesi var. Nereden esmiştir? Neden esmiştir? Ekosistemi bozmak bir yana, Terkos Gölü’nün kurumasını göze alarak, gitgide devleşen bu acayip şehri bir de susuz bırakmak kimin fikridir? Bu nasıl yanlış, nasıl çarpık bir şehirleşmedir? Vatandaş olarak bir kişi de çıkıp “Pek memnunum, pek güzel oluyor” dese içim yanmayacak. Zaten vatandaşı dinleyen kim? Keşke vaktinde babam inşaatçı olsaydı, kardeşim de onun işini sürdürseydi, ne biçim köşe olurduk şimdi. İplemezdik bile o zaman, çarpığını, düzgününü.

Bugünlerde, kendimi zorlayarak, Salman Rushdie’nin ‘Utanç’ adlı kitabını okuyorum. Bakın, ben o “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusunu “Kitap okurum” diye cevaplandıranlardan değilim. Ben boş zamanım olursa, boş boş otururum. Kitap okumak özel olarak zaman ayrılması gereken bir şeydir. Ay, niye dedim ben bunları? Haa, ‘zorlanarak’ kelimesine takıldım yazdıktan sonra. Bu yazı çizi işleri gözlerimi yoruyor da, zorlanmam ondan; yoksa kitap çok etkileyici, adam çok iyi. Gerçi biraz yoruyor okuyucuyu ama sanırım bu, başına gelenlerin, zülfiyar endişesiyle, onu biraz ‘ustam nasıl oynayayım’cı yapmış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu durum, ülkemiz koşulları düşünülünce, pek de anlaşılır bir şey. Neyse, niye birden buraya atladığımı açıklayayım.

Kitabın bir yerinde, yazar, kahramanlarından birinin, uzun süre uzak kaldıktan sonra Karaçi’ye döndüğünde karşılaştığı manzaradan nasıl etkilendiğini anlatıyor. Ne rastlantı ki, o da şehri bir kadına benzeterek tarif ediyor. Aynen yazacağım; tıpkı İstanbul değil mi, siz karar verin.

“Başkent büyümüş, Karaçi şişkolaşmıştı, öyle ki baştan beri orada oturanlar artık bu obez acuze metropolise baktıklarında, gençliklerinin dal gibi genç kız şehrini tanıyamıyorlardı. Sonu gelmez yayılmasının muazzam, yağlı katmerleri, ezelden beri var olan tuzlu bataklıkları yutmuştu (Biz bunun yerine kıyılarımızı koyabiliriz) kumsal boyunca, zenginlerin rengârenk sahil evleri, (Buna da gökdelenleri ekleyebiliriz) çıban gibi patlamıştı. Fazla abartılmış cazibesi yüzünden, bu boyalı hanıma koşa koşa gelen, sonra da fiyatının onlar için fazla yüksek olduğunu gören genç adamların asık suratıyla doluydu sokaklar. Alınlarına müsamahasız, vahşi bir şey oturmuştu ve sıcakta (bunu da gece yapabiliriz, ne de olsa İstanbul her zaman sıcak değil) hayal kırıklıkları arasında yürümek ürkütücüydü.”

Nasıl? Adam sanki İstanbul’u tarif etmiyor mu? Ama benzetmeler ne kadar yerinde değil mi? ‘Obez acuze’, ‘yağlı katmerler’, ‘çıban gibi patlayan’ binalar... Ah, çok etkilendim, çok. Okudukça İstanbul’u düşündüm hüzünle, ki artık onu dinlemek bile istemiyorum.

“Bütün büyük şehirlerin kaderidir bu” diye düşünenler olabilir ama hayır, bu kadar değil. Böylesi değil. Bu insafsızlıktır, bilinçsiz bir açgözlülüktür. Bir gün birileri bu gidişata “dur” diyemeyecek mi?