Gerçeğin ardındaki hikâye aranıyor

Müslümanlaştırılmış Ermenilerin tanıklıklarından oluşan ilk film çalışması olan ‘Sessizliğin Mirası’, 4-19 Nisan arasında yapılacak olan 34. İstanbul Film Festivali’nde, ‘Yüz Yıllık Acı’ başlıklı bölümde gösterilecek. Belgeselin iki genç yönetmeni Anna Benjamin ve Guillaume Clere ile konuştuk.

Müslümanlaştırılmış Ermeniler üzerine son dönemde çokça yazılıp çizilse de, onları konuşurken az gördük, çünkü uzun yıllarca sessiz kaldılar ve bu sessizliği nesilden nesle aktardılar. Konuşmak, sessizliği kırmak, görünür olmak birçoğu için kolay olmadı. Fakat artık, en azından bazıları bu sessizliğe meydan okuyor; uzun bir sessizliğin ardına saklanmış ‘gerçekliği’ arıyor; kendilerine ait olanın keşfine giden yolda, kendi geçmişleriyle yüzleşiyorlar. Algılanması ve aktarılması hayli zor, köklü değişikliklere vesile olan, zorlu bir keşif bu.

Müslümanlaştırılmış Ermenilerin tanıklıklarından oluşan ilk film çalışması ‘Sessizliğin Mirası’, 18 Mart’ta Fransa’nın birçok şehrinde, 12, 16 ve 17 Nisan’da ise İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak. Belgeselin iki genç yönetmeni, Fransalı gazeteciler Anna Benjamin ve Guillaume Clere’den, bir yıl süren çekim serüvenlerini dinledik.

Sizi bu konuda çalışmaya sevk eden nedir?

Anna Benjamin: Annem Ermeni. 100. yılda bir şeyler yapmak istiyordum. Bir belgesel film çekebileceğimi düşündüm ve fikrimi Guillaume’la paylaştım. Konu hakkında birçok kitap okuduk ve Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesini keşfettik.

Anna Benjamin

Guillaume Clere: Benim Ermenilikle alakam yok. 1915’le olan bağım da kitaplardan geliyor. Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili okuduklarım beni onları ve bu tarihi keşfetmeye itti. Onların hassasiyetlerini anlamak için Ermeni olmaya gerek yok. Anna’yla birlikte konuyu araştırmaya karar verdik ve bu amaçla İstanbul, Hemşin, Diyarbakır ve Van’a gittik.

Müslümanlaştırılmış Ermenileri konuşmaya ve görüntü vermeye nasıl ikna ettiniz?

AB: Sanıyorum bugün Türkiye’deki Ermenilerin, özellikle de Müslümanlaştırılmış Ermenilerin ortak özelliği, konuşmak istemeleri. O kadar çok konuşmak istiyorlardı ki, ‘güven’ ilişkisi kurulduktan sonra, gerisi çorap söküğü gibi geldi.

Sizce bu güven arayışının temelinde ne var?

AB: Karşılarındakinin onları gerçekten anladığını bilmek istiyorlar. Çünkü çoğu insan onları ya anlamamış, ya da yaşadıklarını görmezden gelmiş. Kendi akrabaları, aileleri tarafından dışlanmışlar. Dolayısıyla, en başta anlaşılamama korkusu geliyor. Bizim niyetimiz ilk olarak onları anlamaktı; onlar da bunu görerek, bize açılmak istediler. Bizimle bu konuda konuşurken, aslında bir yandan da kendi kimliklerini keşfetme mücadelesine devam ediyorlardı. Bu kişisel bir mücadele gibi görünebilir ama onlar bu keşfi yaparken, toplumsal bir mücadelenin önderleri oluveriyorlar.

Guillaume Clere

Çalışmanıza nereden başladınız?

AB: Önce, Hemşinli bir Ermeni müzisyen olan Yaşar Kurt’a ulaştık. Teklifimize olumlu baktı ve bizi yaşadığı yere davet etti. Bize dedelerinin Ermeni olduğunu, zorla Müslümanlaştırıldıklarını ve onların izlerini bulmak istediğini söyledi. Sağ olsun, bizi kırmadı, kendi yolculuğuna bizi de ortak etti. O ailesini ararken, bu arayışın izlerini görüntüledik.

Peki ya diğer hikâyeler?

AB: Sonrasında üç kişiyle daha görüştük. Diyarbakır’da ve İstanbul’da sorup soruşturarak ulaştık bu insanlara. Ortak noktaları, korkuya meydan okumaları. Hatta bir ortak noktaları da Hrant Dink, çünkü onun katledilmesi hepsi için bir milat olmuş – özellikle Diyarbakırlı Armen için. Sevag Balıkçı’nın vurulması da aynı şekilde etkilemiş onları. İki olay da ‘korkunun ecele faydası yok’ fikrini uyandırmış birçoğunda. Dolayısıyla, artık konuşmak, hatta görüntülenmek onlar için bir sorun değil; aksine, bu haykırışa ihtiyaç duyuyorlar.

Seyirciye ne sunuyor film?

AB: Müslümanlaştırılmış Ermenilerin kimlik arayışı ve bu arayışta değişen hayatlarını izleyecekler.

Kimlik arayışı dediğiniz, aynı zamanda bir gerçeklik arayışı, değil mi?

AB: Gerçeklik aslında ortada, gerçeği biliyorlar. Müslümanlaştırılmış Ermeniler, Ermeni olduklarını ve birçoğunun ailesinin ölmemek için kimlik değiştirdiğini biliyor. Asıl olarak, bu gerçeğin ardındaki hikâyeyi arıyorlar. Ailelerinin hangi koşullarda Müslüman olduğunu, neler yaşandığını, diğer akrabaların bugünkü durumunu öğrenmek istiyorlar.

Sizce bu keşfin sonucunda ne oluyor? Müslümanlaştırılmış Ermeniler bugün kimliklerini nasıl yaşıyorlar ve nasıl algılıyorlar?

AB: Çok farklı şekillerde oluyor bu değişim. Örneğin bir kısmı için din çok önemli; onlar, ‘öz’ kimliklerine dönmek için din değiştiriyorlar. Bir kısmı ise hem Hıristiyan oluyor, hem de Ermenice öğrenmeye çalışıyor. Din değiştirmeden, kendini ‘Müslüman Ermeni’ olarak görenler de var. Yani alışmış oldukları İslami pratiklere devam ediyorlar fakat kendilerini Ermeni olarak tanımlamaktan da geri durmuyorlar. Bana öyle geliyor ki, bu ‘çoğul kimlikler’, başat kimliğe karşı bir isyan. Yani kimliklerin çokkatmanlı olduğunu, tek, öz ve dogma bir yapıdan ibaret olmadığını görüyoruz. Artık Türkiye’de bu kimliklerin de bir yeri var.

Filmle ilgili detaylı bilgiye ulaşmak için tıklayınız. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema



Yazar Hakkında