BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Köpek külahı neylesin?

Eşim Arto, sık sık, güneş yüzü görmemiş deyimler, atasözleri, özdeyişler patlatırdı. Duruma en uygununu hatırlayıp, tam yerine kondurdurmasına her seferinde şaşardık. Çoğu Bileciklilere özgü, bu hem güldüren, hem düşündüren sözler öyle renkli, öyle anlamlı ve çeşitliydi ki, hepsini hatırlayıp yazsam resmen bir kılavuz kitapçık olur. Herhalde her ülkenin ve yörenin insanının yapısına, alışkanlıklarına ve espri anlayışına göre meydana çıkmıştır bu tarz sözler. En renklileri de, taşından toprağından doğal bir mizah fışkıran ülkemize has olanlardır. Başlık olarak seçtiğim, “Köpek külahı neylesin?” diye başlayan söz, “dingildese düşürür” diye bağlanır. Aşağı yukarı aynı anlamda söylenmiş başka epey söz var aslında. Bunların en basiti “Kel başa şimşir tarak”tır; Bilecik’e has ve bana göre en eğlenceli olanı, “Nerde ipek, nerde cambaz Ohannes” sözüdür. Nasıl? Hoş, değil mi? Pek bayılırım bu söze, bir gün bir sofra muhabbetinde, bir Fransız’a çevirmeye kalktıydık bunu, bir türlü basmadıydı kafası. Ama biz saatlerce gülmüştük, hem “Ou est le soie, ou est le funambule Ohannes” çevirisine, hem de adamın şaşkın haline. Sonuç olarak, genelledik mi hepsi de “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” kavramına bağlanabilir. Bunu da ilk kez Arto’dan duymuştum.

Başlığı seçerken tereddüt etmedim değil; birilerinin, asıl kastettiğim şeye bakmadan “Sen bize köpek mi diyorsun?” diyebileceğini çok düşündüm. Zira ülkemizde, bazı güzelim hayvanlar sıkça küfür malzemesi olur. “Benim çok güzel affedersin bir köpeğim var, öyle tatlıdır ki...” diyeni de duymuşumdur. O yüzden, önce belirtmeliyim ki, ben ciddi bir hayvanseverim ve bir hayvana benzetilmek bana göre küfür değildir. Kaldı ki, bu zihniyetteki insanlara inat, bir kitap dolusu, hayvana rahmet dileyen öyküler yazmış insanım. Her neyse, başlık olarak bu sözü seçtim işte. Nedenlerini de anlatacağım tabii.

Efendim, geçen cumartesi kardeşimle markete gittik. Adını da vereceğim, varsın alınsınlar. Migros’a gittik. Dolana dolana alışverişimizi yapıyoruz. Pek kalabalık değil, bizden başka üç-beş kişi var. Bir de baktık ki aniden, pat diye bütün kepenkleri kapattılar. “Ne oluyor? Acaba hırsızlık falan mı var?” demeye kalmadan da bir anons: “Lütfen, aldıklarınızı bırakıp marketi terk ediniz.” Sebep? “Çünkü bilgisayar sistemimiz çöktü, size hizmet veremeyeceğiz.” Buyurunuz bakalım. Dingildeyince külah düştü. İnsanlar sinirlenip “Sizin neyinize bilgisayar” diye söylenseler de, alt kısmı aralık bırakılmış bir kepengin altından eğilerek çıktılar. Allah’tan civarda başka marketler de var. Olmasaydı ne olacaktı? Tek başına yaşayan, yaşlı bir insan, oraya kadar ancak gelebilmiş ve haftalık ya da aylık alışverişini ancak yapabilmişse, daha uzak bir yere gidemiyorsa? “Yahu, hesap makineniz yok mu? Bari şu birkaç parça şeyi hesaplasanız da alsak” veya “Her şeyin fiyatı üstünde yazıyor, verelim bunların parasını” diyenler olunca, iyice sinirlenip “Sorun bakalım, dört işlemi bilen var mı aralarında?” diye bağırdım artık. Ama nafile tabii, kimi kime, neyi nereye şikâyet edeceksin?

Pazar günü de nostaljik bir çocuk kıyafet yarışmasında jüri olmak için Burgaz’a gitmiştik. Eski günleri anıp keyiflenince yemeğe falan da kaldık. 22.20’deki son vapura ancak yetiştik. Kadıköy’de inecek iki arkadaşımız vardı. Vedalaşıp ayrıldılar. Az sonra bi baktık, tıpış tıpış geri geliyorlar, niye? Çünkü kimi vapurlarda, eski usul, iskeleye sürülen tahtaları kaldırıp yerine otomatik bir sürgü koymuşlar. Görevli, son vapur olduğuna aldırmadan, arkadan gelene bakmadan, sürgüyü kaldırıvermiş. Vapur hâlâ iskelede olduğu halde tekrar indirememiş. Onlar da vapurda kalmışlar. Bakar mısınız? Demez misin şimdi, otomatik sürgü senin neyine? Adamlar mecburen Kabataş’a gidip, teğet yetiştikleri motorla Üsküdar’a gittiler, oradan da Kadıköy’e. Eziyete bak.

Ankara’da 15 dakikalık kuvvetli yağmurun tüm yeraltı geçitlerini nasıl göle çevirdiğini gördük. Niye? Rögarlar tıkanmışmış. Buyurun bakalım, dingildeyince düştü külah. Geçenlerde, bir tanıdığımın yaşadığı o dev gökdelenlerden birinde elektrik kesildiğinde devreye giren jeneratör çalışmayınca, insanlar evlerinde klimasız, susuz, asansörsüz, saatlerce mahsur kaldılar.

Biz ülkecek, çağdaşlaşma adına yapılan her yeni uygulamayı böyle, dingildeyince düşen külahlar misali yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Laf aramızda, demokrasi de biraz öyle olmuyor mu? Başka bir şey yazmayayım da, ötesini sizin kişisel gözlemlerinize bırakayım. Bakın ne çok örnek bulacaksınız...