Sao Paulo’dan Urfa’ya bir eve dönüş hikâyesi

1979’da Brezilya Sao Paulo’da doğan Stepan Norayr Şahinyan’ın büyükdedesi ve kardeşleri, Urfa’dan kaçmak zorunda kaldıklarında anlaşıyorlar: “Ayrı düşersek, aramızdan eve ulaşan kişi, ikinci kattaki küçük odanın duvarına nereye gittiğini mutlaka yazsın.” Ayrı düştüklerinde eve ulaşan kişi not bırakıyor diğerlerine: “1922’de Nişan Efendi’nin evine geldim. Burada 25 gün kaldım. Şimdi Halep’e gidiyorum. Hoşçakalın dostlar.”

Duvardaki yazı sahibini 90 yıl sonra buldu

Şahinyan’ın büyükdedesi ve kardeşleri, kaçmak zorunda kalacaklarını anladıkları zaman aralarında bir tür anlaşma yapıyorlar. “Birbirimizden ayrı düşersek, aramızdan eve ulaşan kişi, evin ikinci katındaki küçük odanın duvarına nereye gittiğini mutlaka yazsın” diyorlar. Düşündükleri gibi oluyor, çünkü ayrı düşüyorlar. Sonra eve ulaşan kişi not bırakıyor diğerlerine: “1922’de Nişan Efendi’nin evine geldim. Burada 25 gün kaldım. Şimdi Halep’e gidiyorum. Hoşçakalın dostlar. Bedros’un bu notunu okuyan beni hatırlasın. İmza: Der… YAN.”

ESRA ELMAS
elmesra@gmail.com

Stepan Norayr Şahinyan’ın geçtiğimiz 24 Mart’ta Ermenistan’da başlayıp hâlihazırda Türkiye’de devam etmekte olan yolculuğu, Agos okurları için oldukça tanıdık, bu ülkede yaşayan pek çok kişi için ise fazlasıyla yabancı ve hatta şaşırtıcı. Şahinyan’ın ailesi, 1915’te yaşadıkları topraklardan kopartılan ve dünyanın farklı bölgelerine kaçmak zorunda bırakılan binlerce Ermeni ailesinden sadece biri. O, kökleri baba tarafından Urfa’ya ve Maraş’a, anne tarafından ise İskenderun’a dayanan bu ailenin üçüncü kuşak üyesi olarak 1979’da Sao Paulo-Brezilya’da doğmuş. Bugün ise, bu ülkede adı hâlâ konulamamış dahi olsa, 1915’ten 97 yıl sonra, elinde fotoğraf makinesiyle ailesinin yürüdüğü yolları geri dönüyor.

Şahinyan’ın yolu uzun ve aradığı pek çok şey var… Fakat Türkiye’deki yaygın korkunun aksine, izini sürdüğü şey, geri almak üzere bir ev ya da toprak parçası değil. O, bu coğrafyada bir zamanlar nefes almış, adım atmış, yol yürümüş, gözyaşı dökmüş ve mutlu olmuş, sonra yok olmuş ve hayatta kalmış bir tarihin peşinde. Şahinyan, “Bir gün doğduğumuz yerlere gideceksin biliyorum” diyen, kendisi gibi fotoğrafçı olan Maraşlı dedesine verdiği sözün peşinde.     

Stepan Norayr Şahinyan’ın Türkiye’deki ilk durağı İstanbul oluyor. Gece saat 2’de Atatürk Havalimanı’na iniyor önce, sonra Beyazıt’taki oteline yerleşiyor. İstanbul’daki ilk gününde saatlerce yürüyor. “Yanıma ne fotoğraf makinemi ne de telefonumu aldım” diyor. “Sadece yürüdüm, saatlerce, yalnız başıma yürüdüm… İnsanlara, sokaklara bakarak, anlamaya, hissetmeye çalışarak yürüdüm. Sesleri, şehri dinledim, izledim… Sanki bu ilk günümde, Türkiye’deki yolculuğum en başında, bana en lazım olan şey buymuşcasına yürüdüm…”

İstanbul’daki ikinci gününde Ara Cafe’de buluşuyoruz Şahinyan ile. Ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in mekânında buluşmak, aslında çok düşünerek yaptığım bir tercih değil. Hatta sadece bir tesadüf bile diyebilirim ama Şahinyan’a göre tesadüf diye bir şey yok. O gün orada buluşuyor olmamız, bir büyük planın parçası ona göre. Ara Güler’in ondaki yeri ise apayrı. “O bir ikon” diyor. “Burada yaşadı, bu işi yaptı, fotoğraf çekti yani. Bağımsız kalarak yaptı bunu... Köklerine sahip çıktı ve saygı gördü.”

Madem tesadüf diye bir şey yok, ben de ister istemez düşünüyorum; nasıl bir gelenektir ki bu, sözün hâlâ sustu(ruldu)ğu bir coğrafyada görüntüyle anlatanlarımız, çoğunlukla bu ülkenin acı terbiyesinden geçmiş insanları. Elbette ki tarihsel, sosyo-ekonomik ve kültürel gerekçeler de bulabiliriz bu durumu açıklamak için, fakat Şahinyan, “Fotoğraf bir dil benim için, sözün duyulmadığı yerde anlatabilmek için bir dil” diyor ve ikna oluyorum. 

“Neden buradasın?” diyorum “Ne için, ne arıyorsun, ne yapıyorsun?” 2005’te Ermenistan’a yaptığı yolculuktan başlıyor anlatmaya Şahinyan. Ermenistan’ı boydan boya gezip, insanları, mekânları fotoğraflıyor. 2008’de, kadrajına giren portre ve manzaraları bir kitap olarak yayımlıyor. Amaç özellikle Diaspora’da yaşayan Ermenilere, çoğunun uzaktan takip ve merak ettiği anavatana ilişkin içeriden bir bakış sunabilmek. Kitap çok ilgi görüyor, hatta Brezilya’daki Ermenistan konsolosunun da ifadesiyle, Diaspora’daki pek çok Ermeni’nin Ermenistan’ı ziyaret etme hayalini gerçekleştirmesine dahi vesile oluyor.

Bunun üzerine Şahinyan, zaten aklının her zaman köşesinde olan, bir gün yapacağını bildiği o yola düşme kararı alıyor. Dedelerinin doğduğu toprakları ziyaret vakti geliyor ve Türkiye yolculuğu da başlıyor böylece. “Ailenin tepkisi ne oldu, ne dediler, korktular mı, tereddüt ettiler mi?” diye soruyorum. “Hayır diyor Şahinyan, itiraz ya da tereddüt etmediler. Belki biraz endişelendiler... Fakat esasen belli belirsiz bir gururlanma yaşadıklarını söyleyebilirim. ‘Bunu bir gün yapacağını biliyordum’ dedi babam da…”

Maraş’ın Şahin’i Brezilya’ya uçtu   

Biz tam bunları konuşurken, Ara Güler’in de o esnada mekânda olduğunu fark ediyor Şahinyan, heyecanlanıyor. Bir solukta hemen yakınlardaki bir kitapçıya gidip elinde bir Ara Güler kitabıyla geri dönüyor. Tereddütle geçen birkaç dakikanın ardından bir cesaretle yanına gidiyor Güler’in. Kitabı imzalamak üzere ismini soruyor Güler. “Norayr” yanıtını alınca da başlıyorlar Ermenice konuşmaya.             

Masaya döndüğünde, “Şahinyan soyadının anlamı ne, nereden geliyor bu isim?” diye soruyorum. “Maraş’tan geliyor” diyor. Aile içinde anlatılanlara göre, henüz olimpiyat oyunları icat olunmadan önce Maraş’ta yarışmalar yapılırmış. Şahinyan’ın büyükdedesi bu yarışlarda öylesine hızlı koşup, nehrin bir ucundan diğerine öyle bir atlarmış ki, onu görenler “Sen bir şahinsin” derlermiş. Büyükdedeye verilen lakap ailenin soyadı olmuş. 1915’te ise ise Şahinyan ailesi bu sefer dünyanın bir ucundan, Urfa, Maraş ve İskenderun’dan, öbür ucuna, Brezilya’ya kadar bir başka bir uzun yolu atlamış.    

Şahinyan ailesinin toplu olarak görüldüğü fotoğraf 1930’ların sonunda Halep’te çekilmiş. Soldaki uzun boylu genç adam Norayr’ın fotoğrafçı dedesi Avedis Şahinyan. Ortadaki Avedis’in babası Panos. Fotoğrafta görülen aile üyelerinden bugün sadece önde, halının üzerinde oturmakta olan iki kızkardeş hayatta. Soldaki Marie Koolian, sağdaki ise Helen Koolian. Her ikisi de bugün Kanada’da yaşıyor.

Büyükdedenin hikayesinin ardından bir süre sessiz kalıyoruz.  “Peki” diyorum, “Nasıl ne zaman yola çıkmış ailen Urfa, Maraş’tan ve İskenderun’dan?”  “Aile içinde çok sık konuşulmazdı 1915” diyor. “Fakat zihnime derinlemesine kazınmış şeyler hatırlıyorum. Bizimkiler, Maraş’takiler iki kez kaçıyorlar aslında. İlki 1915’te Suriye’ye... Orada 3-5 sene kalıyorlar. Sonra haber geliyor geri dönebilirsiniz, işler düzeldi diye. 1920’lerde geri dönüyorlar memlekete. Fakat pek de bir şeyin değişmediğini, işlerin düzelmediğini görüyorlar. Bunun üzerine bir kez daha ve yine Suriye’ye, Halep’e gitmek üzere yola çıkıyorlar. Bu ikinci yolculukta, aile üyelerinin her biri bir yana savruluyor aslında. Büyükdedem 7 yaşındaymış o sırada. Yanında bir de kardeşi varmış, o da 5 yaşında…  O ikisi gemiye biniyorlar kaçan diğer ailelerle birlikte. Fakat küçük kardeş ağlamaya başlıyor yolda, durduramıyorlar. O kadar çok ağlıyor ki, gemidekiler sesi duyulacak diye yakalanma korkusuna kapılıyorlar. Bunun üzerine, bir süre çocuğu, Fırat nehrine bırakıp bırakmamak konusunda tartışıyorlar aralarında. Büyükdedem o kadar korkuyor ki kardeşine sıkıca sarılıyor ağlaması duyulmasın, onu atmasınlar gemiden diye...  Böyle bir korkuyla ve yol boyunca ağlayarak sonunda ulaşıyorlar Suriye’ye… Bu benim aklımdan çıkmayan bir hikâyedir… Onları bir çocuğu nehre bırakma noktasına getiren şey çok ağır geliyor bana, çok ağır…”

Bir süre daha susuyoruz karşılıklı, sonra anlatmaya devam ediyor: “Anne tarafımın hikâyesi de benzer. Annemin annesi gemide doğmuş, kaçış yolunda… Gerçi bunları konuşurken kendimi kötü hissediyorum. Ailem büyük acılar yaşadı diye değil. Herkes yaşadı bunları, bunlardan daha kötüsünü yaşadılar. Sonuç olarak benim ailem hayatta kalabilen azınlıktan… Pek çok insan kaçamadı, o kadar şanslı olamadı. Bu konuda hayatta kalan ayrıcalıklı gruptan olmak beni incitiyor…”

Bu defa, “Suriye’de nasıl bir hayatları oluyor, ailenin bütün üyeleri yeniden bir araya gelebiliyor mı?” diye soruyorum. “Kayıplar oluyor ama yeniden bir hayata başlıyorlar. Dedem fotoğrafçılık yapıyor Halep’te. Dedem meşhur Derunyanların stüdyosunda başlıyor çalışmaya ve senelerce fotoğraf çekiyor. National Geographic’in Orta Doğu temsilciliğini yapıyor. Derunyan Kardeşler Halep’ten ayrılırken stüdyolarını dedeme bırakıyorlar. Hayatlarını bu şekilde kazanıyor bizimkiler. Oradaki yaşantılarını, oraya göçenleri ve daha birçoklarını fotoğraflıyorlar. Büyükannem Anahid Şahinyan ise ressam. Halep’teki Mardiros Saryan Resim Akademisi’nin kurucularından. 1960’ların başında zorunluluktan Brezilya’ya göçene kadar bu işleri yapıyorlar.”

Duvardaki yazı

“Ailemin bir araya gelmesini sağlayan şey ise çok önemli” diyor Şahinyan. “Nedir?” diye soruyorum. “Bugün benim de burada olmamı sağlayan şey, büyükdedelerimin Urfa’daki aile evlerinin duvarına kazıdıkları bir not” diyor. “Nasıl bir not?” Şahinyan’ın büyükdedesi ve kardeşleri, kaçmak zorunda kalacaklarını anladıkları zaman aralarında bir tür anlaşma yapıyorlar. “Birbirimizden ayrı düşersek, aramızdan eve ulaşan kişi, evin ikinci katındaki küçük odanın duvarına nereye gittiğini mutlaka yazsın” diye. Düşündükleri gibi oluyor, ayrı düşüyorlar. Sonra eve ulaşan kişi not bırakıyor diğerlerine: “1922’de Nişan Efendi’nin evine geldim. Burada 25 gün kaldım. Şimdi Halep’e gidiyorum. Hoşçakalın dostlar. Bedros’un bu notunu okuyan beni hatırlasın. İmza: Der… YAN.”

“İşte bu not aileyi bir araya, beni dünyaya ve buraya getirdi.” diyor Şahinyan.

“O zaman Urfa’ya da gideceksin” diyorum. “Tabii ki. Mardin, İskenderun, Antakya, Vakıflıköy, Adıyaman, Kayseri, Adana, Van, Ağrı ve mutlaka Urfa ve Maraş gideceğim şehirler arasında. O ev hâlâ duruyor. 1997’de babamın kuzeni Urfa’yı ziyaret etti, evi buldu. O eve gideceğim, evin, duvardaki notun fotoğraflarını çekeceğim. Bu benim için hem çok zor hem de çok elzem.”

Duvardaki notun silinmemiş, kazınmamış olması ise bir mucize gibi. Şahinyan benimle evin şu anki konumunu, adını paylaşıyor. İnternette ufak bir araştırmayla şu an bir konukevi olarak hizmet verdiği bilgisine ulaşıyoruz. Şanlıurfa Valiliği’ne bağlı olan Cevahir Konukevi’nin, bir diğer ismiyle Küçük Hacı Mustafa Hacıkamiloğlu Konağı’nın, web sitesinde yazanlar ise Şahinyan’ın anlattıklarıyla herhangi bir ilişki içermiyor. Web sitesine göre konak, varislerinin anlayış ve kolaylık göstermesiyle Şanlıurfa Valiliğince İl Özel İdaresi adına satın alınıyor 1991’de. Bundan sonra, restorasyon çalışmalarının ardından, bir süre valiliğe bağlı, 2005’te ise işletmecinin el değiştirmesiyle Cevahir Konukevi olarak hizmete sunuluyor.

Dünyanın pek çok ülkesinde nasıl ki ulus devletin resmi tarihi sıradan insanların acıları üstüne kuruludur, müthiş bir unutuşun hâkim olduğu bu coğrafyada, konağın, web sitesinde anlatılan tarihini şüpheyle karşılamak kaçınılmaz oluyor. Şahinyan ile, bir hafta sonra Urfa’da, onun deyimiyle “evinde” buluşmak üzere vedalaşıyoruz. O Vakıflıköy’ün yolunu tutuyor böylece, bir hafta boyunca Türkiye’de yaşamayı sürdürebilmiş olan “akrabalarıyla” tanışmak, onlarla Musa Dağı’na tırmanmak ve tabii ki duyulamayan, okunamayan hikâyelerin fotoğrafını çekmek üzere gidiyor.

Urfa’daki babaevine ‘konuk’ oldu

Onunla ikinci buluşmamız Urfa’daki “babaevinde” oluyor. Musa Dağı’na Vakıflıköy’deki “akrabalarıyla” çıkışını büyük mutlulukla anlatıyor. Urfa’daki konukevine ulaştıktan sonra, Ermenice notun bulunduğu odada kalmak istediğini söylüyor görevlilere. Şansı yaver gidiyor, ya da kendi deyimiyle zaten büyük planlayıcı buna çoktan karar vermişti, boş olan odaya yerleşiyor. Birkaç ailenin birlikte yaşadığı anlaşılan taş bir yapı… Şahinyan’ın bir diğer mesleği de mimarlık olduğu için, hemen ilk bakışta hangi taşlar yerinden oynamış, yapının ne kadarı orijinalliğini korumuş, korumamış anlatıyor.

Odadaki yazıyı gösteriyor, “İşte burada” diyerek. Muhtemelen bir zamanlar çalışma odası olarak kullanılan küçücük bir oda… Terasa bakan sol camın duvarına belki çivi ya da camla kazınmış harflerle, sahibine ulaşmış bir not. Bu topraklarda konuşulmuş ve konuşulan diğer dillere de olduğu gibi yabancı bir halde bakıyorum yazıya. Bir daha soruyorum tam olarak ne yazdığını duvarda. Tekrar ediyor: 1922’de Nışan Efendi’nin evine geldim. Burada 25 gün kaldım. Şimdi Halep’e gidiyorum. Hoşçakalın dostlar. Bedros’un bu notunu okuyan beni hatırlasın. İmza Der… YAN.

“Peki, emin misin?” diye soruyorum. “Var olduğuma ne kadar eminsem, bu nottan da o kadar eminim” diye cevaplıyor beni sabırla ve bu sefer gözyaşlarını tutamayarak. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, odada geziniyoruz. Onun halini anladığımdan emin değilim. Benim anladığım, Şahinyan’ın anlattıklarından, yüz ifadelerinden bana ulaşanlardan ibaret sadece. Bu da, tanımaya fırsat bulamayacağımız milyonlarca Ermeni’yi düşününce, hiçbir şey.

Konağın odalarında, avlusunda dolaşıyoruz. Evi Şahinyan’ın büyükdedeleri Nışan ve Ağacan Der Bedrosyan birlikte yapmışlar. Ağacan Osmanlı döneminde mebusluk yaptığından varlıklıymış. İki kardeşin böyle büyük bir ev yapabilecek maddi güçleri varmış. Onların babası Der Bedros ise evin hemen karşısında, şu an Selahhaddin Eyyübi Camii  olan Surp Hovhannes Kilisesi’nin papazıymış. Evden çıkıp civar sokaklarda dolaştıkça, bir binlerce yıl bu şehirde yaşamış bir halktan geriye kalan boşluk insanı sarsıyor.  Adım başı, eskiden kilise olan ve çoğunlukla “yeni” ya da “ulu” bir camii… 

Bu durum, şu an orada ibadetini yapmaya çalışan bir sürü insan için de belli ki sarsıcı oluyor. Bir zamanların “Kızıl Kilise”si, şimdinin ise Ulu Camii’sinin bahçesinde dolaşırken, Şahinyan’ı elinde fotoğraf makinesiyle görüp de yanımıza gelip tezden anlatmaya başlayan nur yüzlü hacının sözleri bunun en iyi örneği. Şahinyan’ın nezaketle koluna girip, camiinin girişindeki resmi tarihi anlatan levhanın önünde durup konuşmaya başlıyor hacı amca: “Burası sadece beş sene kiliseydi, sonra hep camii… Anladın? Sadece beş sene kilise, sadece beş… Sonra hep camii… Sadece beş…” Hem Şahinyan’ın hem de hacı amcanın yüzündeki gülümseme ve çaresizlik, ulus devlet denilen ceberrutu bir kez daha teşhir ediyor. Geçmişle yüzleşememek, geçmişi kabul edememek, şu an yaşanan hayatlar üzerine de bir gölge düşürüyor.

Yakın bir zamana kadar 12 Eylül Caddesi olan, şimdi ise “Demokrasi” adı verilen cadde üstünde, bir zamanlar önce Ermeni yetimhanesi sonra halı fabrikası olarak kullanılan Şehit Nusret İlkokulu’nun tarihi binasına yolumuz düşüyor. İnsanlar önce resmi tarihi, biraz zaman geçtikten sonra ise asıl hikâyeyi anlatmaya başlıyor: “Şehit Nusret”, Urfa’da yapılan Ermeni kıyımımda yer alanlardan biriymiş. Yargılanmış, onu yönlendiren “büyük birader”lere erişilemeden de infaz edilmiş. Şehitlik mertebesine yükseltilmiş. İsmini verdiği ilkokulun bahçesinde çocuklar koşup oynuyor. O çocuklar bir gün büyüyecekler. Okullarının tabelasında, hep sonradan yazılmış bir tarihi okuyarak büyüyecekler.

“Sence bundan sonrası ne olacak?” diye soruyorum Şahinyan’a. “Siz, biz… Yaralarımızı nasıl iyileştirebiliriz? İyileştirebilir miyiz? ”

“Ben her şeyden önce umutla çıktım bu yola” diyor. “Umudumun yersiz olmadığını da yolun her bir durağında gördüm, anladım. Birbirimize ihtiyacımız var. Ve unutma, yalanın bacakları kısadır. Ne kadar devam edebilir ki, yürümeye koşmaya…”                 

Maraş’taki ev oyuk dolu

Urfa’da karmaşık duygularla dolu iki günün ardından, ailenin izlerini takip ederek bu sefer Maraş’a geçiyoruz. Maraş’ta Ermenilerden geriye pek bir şey kalmamış. Şahinyan’ın ailesinin yaşadığı mahalle ve ev yanarak kül olmuş. Fakat, babasının kuzenleri Bilezikciyan’lara ait ev yıkılmak üzere olsa da hâlâ ayakta. Evin bahçesi duvarlarla çevrili ve kapılar kilitli. Çevredekiler bize içeri nasıl gireceğimize dair fikir veriyorlar. İnsanların terk edilmiş bir evi sormamızı, içeri girmeye çalışmamızı  olağanlıkla karşılaması ve yardım etmeye çalışması, herkesin her şeyi zaten bildiğini, dahası, bu karşılaşmayı beklediğini gösteriyor. Böylece duvarları tırmanıp bahçeye atlıyoruz.

Evin içi harap halde. Evin uzun süre tinercilerce işgal edildiğini, en son ufak bir yangın daha atlattığını söylüyorlar. Şahinyan her şeyle karşılaşmaya hazır olduğu halde gözyaşları içinde evi dolaşmaya başlıyor. Bahçede derin oyuklarla karşılaşıyoruz. Bu diyarları terk etmek zorunda kalan pek çok gayrimüslim evinin ve kilisesinin akıbetini yaşıyor bu ev de. Birileri altın aramak için bahçede derin oyuklar açmışlar. Şahinyan, “Bunun için kurulmuş web siteleri var biliyor musun? Nerede altın aranır diye tek tek tarif ediyorlar” diyor. Sonra da ekliyor: “Hâlâ bahçelerimizde altın arıyorlar. Oysa altın toprağın altında değil ki, üstünde. Burada hâlâ yaşamayı sürdüren insanlarımız altın, bunu anlamıyorlar mı…”

Maraş’ın ardından tekrar Urfa’ya, “baba evine” geri dönüyoruz. Şahinyan’ın yolu uzun. Türkiye’de son durağının Ararat olmasını planlıyor ve eğer mümkün olursa, fotoğrafları insan öyküleriyle bir kitaba dönüşmeden önce, önümüzdeki 24 Nisan’da İstanbul’da olabilmeyi umuyor. “Geçtiğimiz yıl 24 Nisan’da Ermenistan’daydım. Yolculuğu önümüzdeki 24 Nisan’da burada tamamlamak istiyorum” diyor.

Ayrılmadan önceki son gün, “Bütün bu gördüklerin ve fotoğrafladıkların özellikle Diaspora’da yaşayan Ermeniler için ne ifade edecek sence? Oradan çok da iç açıcı gözükmeyen bu ülkeye dair ne söyleyecek onlara?” diye soruyorum Şahinyan’a.

“Ben özellikle bu ülkeyle ilgili bu algıyı değiştirmek istiyorum” diyor.  “Geçmişte, evet kötü şeyler yaşandı ama bizim için, genç nesiller için başka türlü bir tarih mümkün. Birbirimizle tanışmak zorundayız. Bu ülkede hâlâ binlerce Ermeni yaşıyor. Bu insanlar birer kahraman bence. Bu insanların varlığı, eğer geçmişte bütün Ermenileri bu topraklardan kazımak gibi bir plan var idiyse, bu planın başarısız olduğunu gösteriyor. Türkiye değişiyor; belki yavaş değişiyor ama değişiyor. İnsanlar, vicdanlı insanlar geçmişle yüzleşmek ve barış dolu bir gelecek inşa etmek için adımlar atıyorlar. Bu çok önemli ve bunların bilinmesi gerekiyor Diaspora’da da. Ben de aracı bir kuş gibiyim, işim de olup bitenleri karşılıklı taraflara haber vermek”

“Elimde silah yok, sadece fotoğraf makinem var” diyor Şahinyan ve Türkiye’ye tekrar geleceğini de ekliyor. Konuşmamızın sonunda yinelemeden edemiyor: “Ev ya da toprak değil bizim peşinde olduğumuz.  Bu coğrafyadaki hikâyemizin peşindeyiz. Tarih, birileri defalarca yeniden yazsa da, aslında olmuş olanı ortadan kaldıramaz.”

Çürümeye devam mı tamam mı

Şahinyan’ın yolculuğu, artık dikiş tutmayan, dört bir tarafından sökülen resmi tarihin bir ileri iki geri de olsa sorgulanmaya başladığı bir dönemde, susturulmaya çalışılan Türkiyeli Ermenilerin tarihini yok saymanın artık mümkün olmadığını söylüyor. Anlaşılan o ki, Ermeni ve Türk toplumlarının geleceğini, devletlerin geçmişte olup bitenlere nasıl bir isim vereceği belirlemeyecek. İbrani bir yazar, “Bir şey mükemmelliğinde ne kadar asil ise çürümesinde de o kadar çirkindir... Çürümüş bir odun parçası, çürümüş bir çiçek kadar çirkin değildir; o ise çürümüş bir hayvan kadar iğrenç değildir. Çürümüş hayvan da, çürümeye yüz tutmuş insan kadar tiksindirici değildir...” der. Bu ülkenin insanlarına da, vicdanlarının çürümesine izin vermek ya da vermemek konusunda bir karar almak düşeceğe benziyor.   

SENEYE BABASIYLA GELECEK

Cevahir Konukevi’ni 2005’ten bu yana Cevahir Asuman Yazmacı işletiyor. Şanlıurfa’da bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki genç iş kadınından biri Yazmacı. Konağa gözü gibi bakıyor. Şahinyan’ın ziyareti onu da heyecanlandırmış. “Bir gün duvardaki o yazı için birilerinin geleceğini biliyordum ama ne zaman geleceğini bilmiyordum” diyor. Şahinyan, konukevinden ayrılmadan önce, bir sonraki sene babasıyla geleceğini söylüyor; bir yandan da duvardaki yazının silinmeyeceğine emin olmak isteyerek… Yazmacı’nın cevabı Şahinyan için oldukça anlamlı: “Babanızla sizi bekliyoruz. O yazı o duvardan bugüne kadar silinmediyse, bugünden sonra da asla silinmeyecek, emin olabilirsiniz.”