Kırmızı Gökyüzünün Altında’ bir göç hikâyesi

Pınar Öğrenci’nin 2015’ten itibaren ürettiği video çalışmalarının bir araya geldiği ‘Kırmızı Gökyüzünün Altında’ isimli sergi ise bu gelenekten uzak, bir temsil kaygısı gütmeden, bizi aynı hikâyeyi başka bir gözle dinlemeye davet ediyor.

Bugün ‘mülteci krizi’ olarak sunulan meseleyi çoğu zaman istatistikler, rakamlar ve zorunlu göç esnasında yaşanan trajediler üzerinden takip ediyoruz. Pınar Öğrenci’nin 2015’ten itibaren ürettiği video çalışmalarının bir araya geldiği ‘Kırmızı Gökyüzü’nün Altında’ isimli sergi ise bu gelenekten uzak, bir temsil kaygısı gütmeden, bizi aynı hikâyeyi başka bir gözle dinlemeye davet ediyor. Göç, savaş ve yerinden edilme gibi temaları, Viyana’da tanışıp arkadaş olduğu Bağdatlı udî Ahmed Shaqaqi’nin yaşamöyküsü üzerinden aktaran sanatçı, büyük sözler söylemeden, izleyiciyi bu deneyime şahit olmaya çağırıyor. Pınar Öğrenci’yl 21 Mayıs’a kadar ziyaret edilebilecek sergideki işleri ve sanat pratiğini konuştuk.

Sergide yer alan videoların çoğunu daha önce farklı yerlerde sergilemiştiniz. Bu işler ‘Kırmızı Gökyüzü’nün Altında’ için nasıl bir araya geldi, sergi fikri nasıl ortaya çıktı?

Bu videoların bir araya gelebileceklerini düşündüm, çünkü birbirlerini doğuran işlerdi. Özellikle ‘Mawtini’ (Vatanım), ‘Üstümüzden Hafif Bir Rüzgâr Esti’ serisine evrildi. ‘Mawtini’, Irak ve Filistin’in millî marşı ve 2004’te Baas rejiminin yıkılmasından sonra Irak Millî Marşı olarak seçiliyor. İlk olarak bu marşın popüler bir şarkıya dönüşmesiyle ilgili bir video kolaj yaptım. Daha sonra Viyana’da, davet edildiğim bir sergi için, bu marş üzerinden bir performans sergilemek istedim: Mülteci müzisyenler ‘Mawtini’yi ve kendi seçtikleri bazı şarkıları sokakta söyleyeceklerdi. Mültecilerin sokakta müzik yapması için izin alınamayınca projeden vazgeçildi ama ben bu vesileyle Ahmed ve arkadaşlarıyla görüşmeye başlamış oldum. Viyana’da 40 gün kaldım, birlikte çok vakit geçirdik, mültecilerin hikâyelerini dinledim. Müzik arkadaşlığımızın hep içindeydi; metroda, mülteci kampında, kafelerde, lunaparkta, her yerde müzik yapıyorlardı.

Müzik, mültecileri bir araya getiren bir araç olarak bir tür teselli görevi görüyordu. Arapça, Kürtçe hatta Türkçe şarkılar söylerlerken, yanımda kameram olduğunda onları kaydediyordum. Belgesel bir film yapmak istemedim, çünkü belgesel hem form olarak farklı, hem de çoğunlukla lineer bir kurgu gerektiriyor. Ben birlikte olduğumuz anları kaydettim, böylece ‘Üstümüzden Hafif Bir Rüzgâr Esti’ serisi ortaya çıktı. ‘LED Light City İstanbul’ (LED Işıklı Şehir İstanbul) ise 2015’in son aylarında SALT Galata'da düzenlenen ‘Şam’da Kayısı’ sergisi için ürettiğim bir işti. Ahmed’in hikâyesinin duraklarından biri olan İstanbul’da savaşın ve göçün kentsel imgeyi ve mimariyi nasıl değiştirdiğiyle ilgili bir yerleştirme... ‘Kırmızı Gökyüzünün Altında Saklambaç Oynardık’ (2017), Ahmed’in Bağdat’taki çocukluk anılarından yola çıkarak ürettiğim bir iş. Amerikan işgalinden sonra Suudi çöllerinden gelen çöl fırtınalarıyla gökyüzünün rengi kırmızıya dönüyor. Suudi Arabistan ve Amerika’nın bütün Ortadoğu’yu paramparça eden işbirliği üzerine küçük bir cümle gibi yer alıyor sergide. Sergideki tüm işler ‘ev’ ve yer değiştirme teması üzerinde birleşiyor aslında. Ev nedir, vatan nedir, vatan hasreti nedir, aidiyet duygusu nedir, yerinden olma nedir, kültürel ve ekonomik sembollerin yerdeğiştirmesi nasıl anlatılabilir gibi konular üzerine düşünürken ürettiğim işler bu sergide bir araya geldi. Bu işlerin büyük bir bölümünü üretirken hareket halindeydim, birçok ülke ve şehirde seyahat etmek zorunda kaldım; bu durum bilinçaltımı etkilemiş olmalı. 

Bir belgeselden çok sizin de sürece dahil olduğunuz bir kayıt tutma halinden, bir arkadaşlıktan bahsediyoruz. Bu bakımdan antropolojik bir yanı da var ürettiğiniz işlerin. Çalışma yönteminiz nedir?

Özellikle bir yerden bir yere göçmek zorunda kalmış ya da bir trajedi atlatmış insanlarla kısa sürede bir iş üretmeyi çok sorunlu buluyorum. Bu yüzden sadece bir performans yapmak vardı aklımda ve performansı da onlar yapacaktı, dolayısıyla sözü onlara vermiş olacaktım. Performans gerçekleşemeyince hızlıca başka bir iş üretmek istemedim. Bir güven ortamı oluşmadan, birbirini yeterince tanımadan herhangi bir iş üretmeyi doğru bulmuyorum. Ben günlük hayatını kaydeden biriyim; özellikle seyahat ettiğim zaman tanıştığım insanları, katıldığım festivalleri, otobüs yolculuklarını, eylemleri, yaşadığım çoğu şeyi kaydediyorum. Bu kayıtlar yıllar sonra bir işe dönüşebiliyor, yıllarca hiç dokunmadığım bir sürü video kaydım var. Yine benzer bir şekilde bazı kayıtlar yaptım. O günlerde, yani 2016’nın Nisan ve Mayıs aylarında Türkiye’deki durum çok kötüye gidiyordu, savaşın tam ortasındaydık, bir sürü kıyım ve insan hakları ihlalinin yaşandığı bir dönemdi. Ben de onlardan nasibimi aldım; nereye gitmeliyim, nerede yaşamalıyım, benim ülkem neresi gibi sorulara yanıtlar arıyordum. Tam o esnada Viyana’ya gittim. Bu yüzden sanırım, Ahmed’in hikâyesi bir taraftan da benim hikâyem oldu. Tabii ki, bir mültecinin ülkesini kaçarcasına terk etmek zorunda kalışıyla, bizim bugünlerde çok daha konforlu bir şekilde kendimize yurt arayışımız kıyaslanamaz. Bizim durumumuz henüz o kadar sert değil. Ancak kendi hikâyeni anlatamadığın, yazıp çizemediğin, görselleştiremediğin bir politik ortam, seni başkalarının hikâyesini anlatmaya itiyor. 

Mülteci ‘krizi’ bugün tüm dünyanın gündeminde. Böyle makro bir mesele üzerine iş üretmek sizin için ne anlama geliyor?

Savaş, göç, deprem gibi büyük yıkımlarla ilgili çalışmak her zaman riskli, çünkü insanların acıları var ve sanat bu acılardan haz üretme ihtimalini her zaman taşır. Bu yüzden samimiyet çok önemli. Ben mümkün olduğunca kendimi gizleyerek, sözü Ahmed’e vermeye çalıştım. Bizler göçle ilgili anlatıları daha çok makro ölçekte okuyoruz. Büyük bir göçten bahsediyoruz ve herkesi mülteci ya da göçmen olarak kodluyoruz, dolayısıyla onları büyük bir grubun parçası yapmış ve kişisel özelliklerini hiçe saymış oluyoruz. Aslında yüzlerce hikâye var, birileri bu hikâyeleri anlatabilir – sinemacılar bunu yapabiliyor. Bu sergideki hikâyeler benim de hikâyem sonuçta, bir arkadaşlığın hikâyesi, hatta belki de hepimizin hikâyesi. Çok büyük bir dönüşümü ve acıyı kolektif olarak yaşıyor, paylaşıyoruz. Hep insan göçünden bahsediyoruz; bu arada kültürlerin, dilin, müziğin, yemek tariflerinin yer değiştirdiğini gözden kaçırıyoruz. Bu yüzden tekil hikâyeleri önemli buluyorum.

Bu işleri İstanbul’da sergilemek ile Batı ülkelerinde sergilemek arasında izleyici cephesinden bir fark görüyor musunuz?

Burada bu işleri göstermek farklı, çünkü tüm bu şarkılar bizim kültürümüze yabancı değil. Viyana’dakiyse bir tür aksiyondu benim için. Doğudan gelen bir müziği, müzenin ortasına koymak ve Batılı izleyiciye bir şekilde bu hikâyeleri dinletmek, “Böyle bir şey de var” demek istedim. Müzenin içini ve çevresini ‘Ahmed Needs His Papers’ (Ahmed’in belgelerine ihtiyacı var) başlıklı konserin afişleriyle donattım. Sanattan bahsetmiyorum aslında, bir kültürden bahsediyorum, ve o kültürü Batı’da bir müzeye sokmak benim için önemliydi.

İstanbulda’ysa mültecilerle iç içe yaşıyoruz ama ilişki kurmuyoruz, onlarla arkadaş olmuyoruz. Nefret edenler var, ekmeğini ellerinden aldığını düşünenler var. Onları insan olarak kabul etmek zorundayız, başka hiçbir çaremiz yok. Bu yüzden bizim Ahmed’le arkadaşlığımız bir sembol olarak önemli. Ama işin bir de politik yönü var, onu da Türkiye’de göstermek istedim. Ahmed hikâyesinde, çok sevmesine rağmen İstanbul’dan neden kaçtığını anlatıyor. Türkiye, mültecilerin hiçbir eğitim, dil öğrenme, barınma hakkının olmadığı bir ülke. Bunları da bir şekilde anlatmış olduğumu düşünüyorum. Bu kırmızı gökyüzü aslında hepimizin üzerinde. Umarım bir gün mavi bir gökyüzünün altında şarkılar söyleriz. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi



Yazar Hakkında