'Gerçekçi olmayı reddetik, gerçekçi olmak Apartheid ile uzlaşmak demekti'

G. Afrika'da Apartheid rejimine karşı mücadele eden, yeni anayasının mimarlarından biri olan Albie Sachs Uluslararası Hrant Dink Ödülleri ve 'Geçmişe Bakmak, Geleceği Tasarlamak' konferansı için İstanbul'daydı. Nayat Karaköse Sachs ile Mandela ile birlikte yürüttüğü mücadele yıllarından bugüne uzanan çarpıcı bir söyleşi gerçekleştirdi.

nayatkarakose@gmail.com

Albie Sachs, 1935’te Litvanya’dan göç eden Yahudi bir anne babanın çocuğu olarak Johannesburg’da doğdu. Hukuk okumaya başladığı 17 yaşından itibaren Apartheid rejiminin baskıcı uygulamalarına karşı bir beyaz olarak mücadele etti. Mücadelesi yüzünden hapis yattı, hücre hapsinde tutuldu. Londra’ya sürgüne gitti ve Londra’dan Mozambik’e taşındı. 1988’de  Maputo’da  arabasına bomba koyuldu, sağ kolunu kaybetti ve bir gözü kör oldu. Fakat o yılmadı, “Ben iyi olmalıyım ki Güney Afrika’nın daha iyi bir yer olmasına katkı sunayım” diyerek iyileşmek için var gücüyle çabaladı. Hastanede gözünü açtıktan kısa bir süre sonra dava arkadaşlarından “Senin intikamını alacağız” diyen bir not aldı. “Ne yani koluma karşı kol, gözüme karşı göz mü alacaksınız” diyerek karşı çıktı, “Benim intikamım eşitliğin, özgürlüğün, hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin hüküm süreceği bir Güney Afrika’nın tesis edilmesi olacak” dedi.  ‘Yumuşak intikam’ kavramını ortaya atarak mücadelesine devam etti. Deneyimini ‘Özgürlük Savaşçısının Yumuşak İntikamı’ kitabını yazarak kitlelerle paylaştı.  Yıllar sonra bombacısıyla yüzleşti, hatta elini sıkma genişliğini gösterebildi. Apartheid rejimi sona erince ülkesine döndü ve Nelson Mandela tarafından Anayasa Mahkemesi’nin yargıçlarından birisi olarak atandı. Haklar beyannamesini içeren Güney Afrika’nın yeni anayasasının baş mimarlarından birisi oldu. 

2018-2019 Uluslararası Hrant Dink Ödülü jürisinde yer alan Albie Sachs, ödül töreni ve ödülün 10. yılı vesilesiyle düzenlenen ‘Geçmişe Bakmak, Geleceği Tasarlamak’ konferansı için İstanbul’daydı. Kendisiyle unutulmaz ve kişisel hafıza defterime özel olarak not düşeceğim dört gün geçirme şansına nail oldum. Onun cömert kalbinden, zekasından, ruhunun genişliğinden çok etkilendim, geçmişten gelen hayranlığım daha da çoğaldı.  Ama en önemlisi bilgelik kelimesinin anlamına sayesinde vakıf oldum. Hayallerine ve ideallerine her daim sadık kalan Albie Sachs ilham verici, yüreklendirici bir yaşam öyküsüne sahip, altını satır satır çizeceğiniz bir kitap gibi ve olağanüstü bir hikâye anlatıcısı! Albie Sachs hikâyesini ve mücadelesini, savunduğu değerleri Agos’a anlattı. 

Ailenizden başlayalım, anne ve babanızın sizin üzerinizde nasıl etkileri oldu? 

Babamın bana İkinci Dünya Savaşı sırasında yolladığı bir doğum günü kartı vardı, üzerinde, ‘büyüdüğünde dilerim ki özgürlük için mücadele eden bir asker olursun’ diye yazıyordu. Babam kumaşçılar sendikasının genel sekreteriydi, işçilerin hakları için çalışan idealist birisiydi. Annem ise  Komünist Parti ve Afrika Ulusal Kongresi’nin lideri Moses Kotane’nin sekreteriydi. Annem siyah birisi için çalışan beyaz bir kadındı ve patronuna büyük saygı duyardı. Bu benim içinde bulunduğum ortamdı ve benim için normaldi, anormal olan ise Güney Afrika’ydı. Fakat ailemin otomatik olarak benim onların izinden gideceğimi varsaymaları hoşuma gitmiyordu. Siyasi olarak kendimi onlarla özdeşleştirmedim, ta ki üniversite ikinci sınıfa kadar. Kendilerini ‘modern gençlik topluluğu’ diye adlandıran bir grupla tanıştım, sosyalisttik ama bu terimi kullanamıyorduk yoksa hapse giderdik. Irkçılıktan nefret ediyor ve kendimizi dünyanın dört bir yanında özgürlük için mücadele edenlerle özdeşleştiriyorduk. Müziği ve şiiri çok seviyorduk. 

Şiire olan merakınızı sık sık dile getiriyorsunuz, sizi en çok etkileyen isimler kimlerdi? 

Nazım Hikmet! O bizim favorimizdi, benim için birinci sırada oldu, kronolojik olarak da öyle, Pablo Neruda’dan önce geliyordu.  Dünyanın farklı noktalarında farklı şiir tarzları olan Neruda ve Hikmet aynı tutkuya sahiplerdi. Devrim, aşk, volkanlar, yapraklar hakkında yazdıkları kadar hayatın zorlukları da şiirlerinde yer alıyordu. Onların şiiri bir ifadeydi, tutkuydu, merhametti, düşünce ve zeka doluydu. Nazım Hikmet hapisteydi ve özgürlük savaşçısı olarak bir gün hepimiz hapse gideceğimizi biliyorduk. Ben de bir gün kendimi hapiste buldum.  Fakat bildiğim bir şey vardı ben kötü olduğum için değil, iyi olduğum için hapisteydim ve bu da Hikmet’in şiirlerinde mevcuttu.  Onun iç dünyasını yaratan içinde bulunduğu koşullar değildi, koşullar her ne olursa olsun kendisine hep sadık kaldı. Bugün insanların benim hapishane günlüklerimi  benim Nazım Hikmet’i okuduğum gibi okumalarını hoş buluyorum. Belki onlara cesaret verir, hapse gitme konusunda değil ama kendi derin bireyselliklerini koşullar ne olursa olsun, baskıya rağmen koruma konusunda onları yüreklendirir.

“Azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurduğu zamanlarda insanlar eşit bir toplum imkânsız dediklerinde vazgeçmedik. İmkansızı başardık. Sanırım biz imkansızı başarmakta iyiyiz ama olağanı yönetmekte o kadar iyi değiliz. Daha basit şeyleri yönetmekte daha yetenekli olmamız gerektiğine de inanıyorum.”

Mücadelenizde özgürlük kavramı daha ön plana çıkıyor, insan hakları bu mücadelenin neresinde duruyor? 

Biz insan hakları için mücadele ettiğimizi söylemek yerine özgürlük için mücadele ettiğimizi söyledik. İnsan hakları için mücadele etmek biraz dışardan bir duruşu içeriyor. Özgürlük savaşçıları ise içerden bir mücadele veriyorlar, angajeler ve sadece baskıya karşı değil baskıyı kuran sistemlere karşı mücadele ediyorlar. Güney Afrika’da bir noktada ilginç bir tartışmamız oldu, bazı kişiler medeni haklar için mücadele ettiğini söyledi, bizim hareketimiz ise bunu reddetti.  Bu ABD’den esinlenilmişti, ama ABD’nin iyi bir anayasası vardı.  Fakat bizim berbat bir anayasamız vardı, sadece beyazlara oy hakkı tanıyan ve Apartheid rejimini resmi olarak dayatan. Biz ulusal bir özgürleşme için mücadele ediyorduk, bağımsız bir Güney Afrika için değil. Bizim için anayasaya sahip olmak, bağımsızlığa sahip olmakla eşdeğerdi. Biz aynı topraklarda yaşayan herkesi kucaklayan bir anayasaya sahip olmak için mücadele ettik ve bunu ulusun özgürleşmesi olarak adlandırdık. Resmi olarak ırkçılık temelinde kurulan ve ilan edilmiş beyaz üstünlüğü karşısında bizim mücadelemizin temeli siyah çoğunluk için kendi kaderini tayin etme hakkıydı. Bunun için formül demokrasi ve eşit haklara sahip olmaktı ve sonuç herkes için insan haklarının tesis edilmesiydi. 

Güney Afrika’daki devrimi özel kılan neydi? 

Silahlı mücadeleye girmemize, boykotlara, kitlesel direniş hareketlerine rağmen bizim özgünlüğümüz ve başarımız, müzakere edilmiş bir devrim olmasından kaynaklanıyordu Bu, üstünde uzlaşılmış bir devrimdi. Irkçı olan parlamento, demokratik, ırkçı olmayan, cinsiyetçi olmayan anayasayı kabul etti.  Kendilerinin yok olmasına ve seçim olmasına imza attılar. Bu bir devrimdi, parlamentoyu işgal ederek yapılan bir devrim değil, kurumsal bir devrimdi. 

Apartheid rejiminin son bulmasından sonra yapılan ilk seçimde ne hissettiniz? 

Bizim için özgürlük, eşit olarak oy kullanabilmekti. Bu bir özgürleşme anıydı ve müthişti. Ben ise  beyazların yaşadığı, daha gelişmiş bir semtte oy kullandım, fakat coşku duymaktan ziyade kızgınlık hissettim. Benimle birlikte bekleyen herkes beyazdı. Onlar eski rejimi savundular ve şimdi oyları benimle eşit kabul edilecekti. Bu ‘eşitlik’ biraz garip geldi.  İmzamı atarken havalarda uçacağımı düşünürken durum bana bayağı geldi. Bu benim için şaşkınlık verici bir durumdu. Fakat şunu da dediğimi hatırlıyorum; tüm zamanımızı demokrasi ve eşitlik hayali kurarak geçirdik, bu harika anayasaya sahip olmayı başararak bizi ayakta tutan şeyi yıkmış olduk. 

Nelson Mandela nasıl bir liderdi? Onunla ilgili neler paylaşmak istersiniz? 

Mandela tam bir devrimciydi, mücadeleci, dirençli, çok düşünceli ve zeki birisiydi. Onun gücü fiziki kapasitesinden, zekâsından geldiği kadar çok iyi bir dinleyici olmasından da kaynaklanıyordu. Bizi özgürlüğe götüren kişi demek yerine  milyonlarca kişinin dahil olduğu özgürlük hareketinin lideri demek daha doğru olur. Bugün yeni neslin bir kısmı ‘beyazlara çok fazla taviz verdi’ diyerek onu suçluyor, kahramanları küçük düşürmek üzücü... Belki de Nelson Mandela üzerinden kahramanlığın tanımını yeniden düşünmek gerekir. Mandela çok iyi bir liderdi çünkü çok iyi bir takipçiydi, kendi sloganında hapsolmayan, taze bir dil üreten birisiydi. 

Ulusal Afrika Kongresi’nin başkanı olan Oliver Tambo ile de yakinen çalıştınız ve onun hakkında yazdığınız bir kitap var. Tambo’yu sizin için özel kılan neydi? 

Oliver Tambo çok ilham verici bir kişilikti. Oğluma onun ismini verdim.  Çok farklıydı, sıkı bir dindardı, ben ise sekülerim. Anglikan başkan olmak için Aralık 1956’da ataması olacaktı, fakat 6 Aralık’ta tutuklandı ve hainlikten yargılandı. Birbirimizi abi kardeş gibi sevdik.  Bizim hareketimize de bu yansıdı, bir arada yaşamak, etkileşim içinde olmak, beraber hayal etmek ve birbirimizi şekillendirmek çok değerliydi. Mısır’da bunu başaramadılar, seküler ve İslamcılar Tahrir meydanında Mübarek’i devirmek için bir araya geldiler, sonra birbirleriyle çatıştılar ve ordunun geri gelmesini kolaylaştırdılar. Biz ise birleştik, bir arada yaşayarak birbirimizin insanlığına saygı duyduk. 

Tambo ile ilgili bir anımı paylaşmak isterim. Londra’da sürgündeyken Tambo Londra’daki Barış Evi’nde silahlı mücadeleyi ilan etti.  Bir çatışma olmuştu ve biz de geri savunma yapmıştık . Arkamdaki bir ses “bu cinayet” diye bağırdı, ben ise o anda Tambo’nun “ne cüretle buna cinayet dersin” demesini bekliyordum, fakat bir sessizlikten sonra şöyle dedi: “Apartheid’ın bize yaptığı en büyük kötülük doktor, öğretmen, çiftçi olabilecek gençlerimizden katil yaratması oldu” dedi. Bu cevap karşısında çok etkilendim. Bu onun insanlığıydı, devrimciliğin doğasını yeniden yapılandırdı. Güney Afrika’da devrime ihtiyacımız vardı, fakat devrimci olmak demek zalim düşmana karşı mücadele ederken senin de zalim olma ihtimalin demekti. Mozambik’e döndüm, o sırada halen iki kolum vardı ve Tambo beni Lusaka’ya bazı sorunların çözümü için davet etti. Bazı düşman ajanları yakaladıklarını söyledi ve bizim anayasamızda düşman yakaladığımızda ne yapacağımıza dair bir madde olmadığını iletti. Ben de uluslararası hukukun insanlık dışı ve onur kırıcı muameleyi yasakladığını söyledim. O ise “işkence yaptık” dedi, buna inanamadım. Bunu can sıkıcı bir yüz ifadesiyle, endişe duyarak söyledi ve benden bir davranış kodu yönergesi hazırlamamı istedi; standartlar ve normlarımız olmasını istediğini söyledi. Tambo, harekete dahil olan kişilerin ‘işkenceye hayır’ konusunda mutabık olması gerektiğini söyledi; tepeden inme şekilde bunu yapmayacağını dile getirdi. Kongrede bu gündeme geldi, orada genç bir asker şunu söyledi: “Biz hayat için mücadele ediyoruz, nasıl hayata karşı oluruz?” Genç askerin bu sorusu benim için her şey demekti, bu iç ahlaka sahip olmak çok kıymetliydi. Bu tutumla karşı taraftan daha güçlü bir şekilde devam edebildik. 

Apartheid rejiminin son bulmasıyla hakikat komisyonu kuruldu, bir yandan örnek olarak gösterildi, bir yandan da eleştiri aldı. Hakikat komisyonuna sahip olmak neden önemliydi? 

Onarıcı adalet ilkesine dayalı olması açısından hakikat komisyonumuz çok önemliydi. Kimse affetmeye zorlanmadı, ben de bağışlama teriminden hoşlanan birisi değilim. Arabama bomba koyan adamla tanıştım, benden bağış dilemedi ama hakikat komisyonuna çıkmadan önce benimle tanışmayı istedi. Ben de ona onunla el sıkışmayacağımı ama gidip komisyonda gerçeği anlatmasını söyledim. O da komisyona gitti ve yaptığı şeyi kabul etti. Aylar sonrasında onunla bir partide karşılaştım, bana hikâyeyi anlattı, heyecanlıydı ve ben elini sıktım. O çok mutlu ayrıldı ama ben neredeyse bayılacaktım. Sonrasında ise daha fazla özgürleştiğimi, bir çeşit karanlığı aştığımı hissettim. Bazı insanlar yeteri kadar değişim olmadığından bahsediyor ama bunun için hakikat komisyonunu suçlamak talihsizlik.  Hakikat komisyonunun işlevleri sınırlı, hikâyelere erişim sağladı, ne olduğunu keşfetmeye, bedenleri bulmaya yaradı.  Kaybedilmiş insanların bedenlerine ulaştık, aileler artık yas tutabiliyorlardı, bu birkaç ahlaksızı hapse yollamaktan daha kıymetli olabiliyordu. 

Güney Afrika’nın yeni anayasasının mimarlarından birisiniz, yeni bir anayasaya sahip olmak neden değerliydi? 

Önemli olan bir toplumun temelini ırkçı ve cinsiyetçi olmayan yeni bir anayasa ile inşa edebilmekti. Anayasalar korumacılık ve çürüme kavramlarını temel alır.  Korumayı esas alıp çürümeye karşı da önlem alırız. Demokrasinin korunması için insan hakları komisyonu, cinsiyet eşitliği komisyonu, bağımsız seçim komisyonu, anayasa mahkemesi gibi kurumlar inşa ettik. 

Anayasamız çürümeye ve erkin kendi gücünü suiistimal etmesine karşı bir temel oluşturdu. Baş yargıç televizyonda kararı okurken ulusal bir kahraman oldu ve  şöyle dedi: “Başkan sadece devletin başı değildir, çeşitli fonksiyonları vardır ve her hareketinde anayasanın değerlerini benimsemek zorundadır. Parlamento herhangi bir yanlışa karşı başkanı hesap vermeye davet eder ve eğer bunu yapmazsa anayasal sorumluluklarını ihlal etmiş olur.”

Mandela da bu anlamda çok önemli bir rol oynadı.  Mandela’nın geçirdiği iki kanunu anayasaya uygun olmadığı gerekçesiyle kabul etmedik. İlerici kanunlardı. Fakat biz ona başkanın kanun geçiremeyeceğini, bunun parlamentonun yetkisinde olduğunu söyledik.  O da bir televizyon programında hukuki tavsiye alarak kanunları çıkardığını ve şu an hukuki tavsiyenin yanlış olduğunu anladığını ve Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyacağını açıkladı. Bu tutum benim için eşit olarak oy kullandığımız ilk gün kadar önem arz ediyordu. Biz artık anayasal demokrasi ile yönetiliyorduk. Mandela’nın bu tutumu diğer başkanlar için de emsal teşkil etti.

Anayasa Mahkemesi’ni eskiden cezaevi olan Old Fort Hapishanesi’nin bulduğu mekâna inşa ettiniz. Bu süreç nasıl gelişti?  

Bizim bir avantajımız vardı, sıfırdan başlamak! Binamız veya kurallarımız yoktu, sıfırdan başlamak demek ruhlarımızı icat etmek anlamına geliyordu.  İleri görüşlü hakimlere ve örnek teşkil edebilecek diğer mahkemelere baktık. Binamızı nereye inşa edeceğimizi bulmak için çeşitli yerler dolaştık ve bir gün Johannesburg’daki Old Fort hapishanesine gittik. Yoksulların yaşadığı bölge ile beyaz zenginlerin yaşadığı bölgeyi ve bürokratik Johannesburg’u birbirine bağlayan, bu üç farklı dünyayı bir araya getiren bir tepede konumlanmıştı. Mandela ve Gandi’nin tutuklu kaldığı eski hapishanenin mekânıydı. Güney Afrikalılar olarak Gandhi ve Mandela’nın tutuklu kaldığı hapishaneye sahip olma gururunu yaşayan bir toplumuz! Apartheid döneminde birçok siyahın,  Winnie Mandela ve başka harika liderlerin tutuklu kaldığı hapishaneydi. Orayı gördükten sonra Anayasa Mahkemesi’nin orada inşa edilmesine karar verdik.  Hapishane terk edilmişti, sembolik bir anlamı vardı ve negatifliği pozitifliğe dönüştürmek istedik.  Baskı ve umutsuzluğun mekânı olan yeri umut mekânına dönüştürmek istedik. Orası sadece bir vicdan ve hafıza mekânı değil ama güçlü bir umut mekânı. Uluslararası bir yarışma düzenledik. Sri Lanka’dan, Hindistan’dan jüri üyelerimiz vardı. Avrupalı, Amerikan vizyonunun hakim olmasın yerine Güney vizyonunun hakim olmasını arzuladık.  Yarışmadan sonra binamız inşa edilmeye başlandı ve biz içeriyi sanatla da doldurduk. Kapılar, avizeler, halılar için de yarışmalar yaptık.

Kapı çok etkileyiciydi! 

Kapıda 27 panel bulunuyor, her biri haklar beyannamesinin bir maddesi. Mandela’nın hapis edildiği 27 yılı sembolize ettiği söylendi ama bu sadece rivayetti.  Mandela, törende “27 yılımı hapishanede geçirdim ve başkan oldum yine buradayım, tören bir an evvel bitsin” diye espri yaptı. 

Anayasa Mahkemesi binasının bir bölümü sergi ve çok etkileyici sanat eserleri var. Fakat o dönemde sanata para harcandığı için eleştirilere maruz kalınmış, neler söylemek istersiniz? 

Evet fakirlik vardı, açlık ve evsizlik olduğu için kimileri Güney Afrika’da sanata para harcanmasını eleştirdi. Ben de şöyle dedim: Yoksul insanlar güzelliğe muhtaç değiller midir, tek istedikleri başlarında bir çatı ve tok bir karın mıdır? Onların hayalleri ve idealleri yok mudur? Eğer özel alan çok yoksullaşmışsa kamusal alan ve bu alanda sanata erişim çok daha fazla önem kazanır. Sanatı yoksullar ve herkes için erişilebilir kılmak çok önemliydi. 

Hrant Dink Ödülü jürisinde yer alıyorsunuz. Bu vesileyle İstanbul’dasınız, izlenimleriniz neler?  

İstanbul’a 2011’de gelmiştim ve o dönem daha umutlu zamanlardı. Çoğulluk ve açıklık vardı. İnsanlar Güney Afrika deneyimiyle ilgileniyorlardı. Bir önceki dönemlerin baskıcı uygulamalarının sona erdiğini görmek çok olumluydu. Şu an ise insanlar daha endişeli, hapse giren ve girmekten korkan çok kişi var. Fakat şunu da söylemem gerekir, şu an yaşananlar geçmişte olanlar kadar haşin değil, geçmişte askerin hakimiyeti vardı, insanlar kaybediliyordu. Şu an olanları meşrulaştırmak anlamında söylemiyorum ama geçmişe bakarsak bazı kazanımların halen muhafaza edildiğini görmek mümkün. Farklılıkları koruyarak birlik olmaya ihtiyaç var. Arkadaşlarınızı çoğaltmanın ve düşmanlarınızı azaltmanın önemini o dönemde iyi anladık.  

Ödül törenini ise çok etkileyici buldum. Güçlü ve pozitif bir enerji vardı, itham veya yakınma yoktu onun yerine bir kutlama vardı. Güçlüklerin ve çekilen acıların farkında olup bir araya gelen, birbiriyle dayanışma gösteren, sıcaklığın ve çeşitliliğin olduğu bir ödül töreniydi.

Bazen umutvar duruşu ve inancı naif bulanlar var. Size de bu tip eleştiriler yöneltildi mi? 

Her zaman kanunların iddia ettiği şeyler hakkında kuşkucu olmamız ama asla kanunların sağladığı olanaklar konusunda kuşkucu olmamamız gerektiğini dile getiririm. Ben de her daim saf olmakla itham edildim ve bunu kabul ettim. Bizim neslimiz hayatta kaldı çünkü biz gerçekçi olmayı reddettik; gerçekçi olmak Apartheid ile uzlaşmak demekti. Biz bunu reddettik, saf kaldık ve ırkçı olmayan bir toplumun var olabileceğine inandık. Azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurduğu zamanlarda insanlar eşit bir toplum imkânsız dediklerinde vazgeçmedik. İmkansızı başardık. Sanırım biz imkansızı başarmakta iyiyiz ama olağanı yönetmekte o kadar iyi değiliz. Daha basit şeyleri yönetmekte daha yetenekli olmamız gerektiğine de inanıyorum.

Çok iyi bir anlatıcısınız ve çok ilham vericisiniz, dünyanın dört bir yanını gezerek deneyimlerinizi paylaşmaya ve ilham vermeye devam ediyorsunuz. Bu cömert paylaşımlarınızı neye borçluyuz? 

Bu belki biraz idealizm, biraz da kibir. Ya da diğer başka şeylerde bu kadar iyi olmadığımdandır! Sevilmek, saygı duyulmak ve dinlenmek güzel bir şey ve sanırım bu kısmı kibirle ilgili.  Öte yandan bu hayal kuran, değişim için umut eden çocuğun devamı.  

Kategoriler

Genel Güncel


Yazar Hakkında