İnanç krizi ile felaket arasında

BETÜL BAKIRCI

Basit bir adamın romanı olarak adlandırılan ‘Eyub’, kimlik, yabancılaşma, inanç krizi ve aidiyetsizlik gibi modern insanın trajedisini oluşturan kavramlar etrafında dindar bir Yahudi olan Mendel Singer’in hayat hikâyesini anlatıyor. Zuchnov’da maddi sıkıntılar içerisinde yaşayan Singer ailesi bir gün Amerika’ya göç eder. O güne kadar hayatlarının Tanrı’nın seçimleri doğrultusunda şekillendiğini, insanın iradesinin kendisini aşan bir dünya içerisinde yetersiz olduğunu düşünen Mendel’in, yeni ve hızlı dünyaya konumlanma çabası, beraberinde trajik çözümsüzlük ve açmazları getirir. Raymond Williams (2018), kahramanın içerisine düştüğü çaresizliği şöyle açıklar “(…) Trajik gerilim sırasında vaktiyle dünyada anlamlı ve önemli bir şeylerin olduğunu hatırlayıp tökezleyen hafıza yürek burkucu şekilde kendini açığa vurur: Anlam ifade eden bir geçmişe odaklanarak tökezleyen hafıza bile bugünden farklı bir durumu ima etmektedir ve bunun geleceğe yönelik kırık dökük bir umuda dönüşmesi mümkündür” (‘Modern Trajedi’, s.215-216). 

Mendel, Amerika’ya göçünden önce kendi yurdunda bir hocadır. Geleneksel bir hayat tarzı benimsemiş, Yahudi inanç ve öğretileriyle çocuklarını yetiştirmiştir. Ancak ne eşi ne de çocukları Mendel’in onları dönüştürmeye çalıştığı bireyler değillerdir. Vaktinin çoğunu ya Tevrat’ı okuyarak ya da onu öğreterek tüketen Mendel, Williams’ın tanımladığı ‘kırık dökük umut’ ile geleceğe yönelmiştir. Bu doğrultuda, insana bahşedilen iradi eylemi hükümsüz kılmayı tercih ederek benliğini kendi eliyle yok saymıştır. 

İtaat ya da başkaldırı 

Romandaki inanç krizi ve yabancılaşmayı çözümlemek adına Mendel’in roman boyunca Tanrı ile kurduğu ilişkiye yakından bakmak gerekiyo. Önce Debora’da daha sonra Mendel’de açığa çıkan ‘kriz’in umutlar tükendiğinde kendini gösterdiği gözlemlenir. Ailenin ilk felaketi Menuhim olmuştur. Mendel ve diğerleri, doğuştan hasta doğan Menuhim’i dışlamış ve onun bir insan olarak haklarını ihlâl etmişlerdir. Aileye ikinci darbeyi ise büyük oğul Yonas yapar.  Yonas, Çar’a hizmet eden bir asker olmayı seçerek evi terk eder. Sonrasında evin tek kızı olan Miryam, ailenin ve aslında Yahudi cemaatinin tümünün düşmanı Kozaklar ile ilişki yaşamaya başlayarak ailedeki ahlaki düzeni yerle bir eder. Zina yapmak, alkol almak, domuz eti yemek gibi yasakların her biri çocuklar tarafından deneyimlenir. İlginç şekilde Mendel hikâyesinde çatışma ne hastalıklı, ne ayyaş oğul ne de günahkâr kız tarafından yaratılır. Her biri trajik çatışmaya giden yolda örüntünün bir parçası olmuşken bu örüntüyü bozan asıl kahraman ortanca oğul Şemarya olur. Daha doğrusu Şemarya ile gelen yeni dünya çatışmayı doğurur. Mendel, kendi eliyle askere çağrılan Şemarya’yı Amerika’ya yollamıştır. Şemarya gittiği yerde yeni bir hayat kurarak evlenmiş ve artık hem Şemarya hem de ‘Sam’ olmuştur. Bu bağlamda denebilir ki Singerlerin kurduğu düzen ve hiyerarşi, bu yeni dünyada işlemez hâle gelir. Romanda Mendel’in, kendi oğlundan başlayarak çevresine doğru deneyimlediği yabancılaşma şöyle aktarılır: 

“Bu rüzgâr, rüzgâr değildi, yaygara ve gürültüden oluşmuştu, esen bir gürültüydü. Görünmeyen yüzlerce çandan yükselen kulak tırmalayıcı bir çınlamadan, tramvayların tehditkâr , metalik tangırtısından, sayısız borazanın boğuk tınısından, caddelerin dönemeçlerinde yalvarırcasına ciyaklayan raylardan, yolcularına muazzam bir megafon yardımıyla Amerika’yı anlatan Mac’in böğürtüsünden, çevrelerindeki insanların homurtusundan, Mendel’in arkasında kalan yabancı bir yolcunun tiz kahkahalarından, Mendel’in anlamadığı ama dudaklarına acı veren demir bir kıskaç yapışmış, hem ürkek hem de içten bir tebessümle, başını sürekli sallayarak dinlediği sözlerini yüzüne fırlatıp duran Sam’in aralıksız konuşmalarından oluşmuş bir rüzgârdı bu.” (s.101) 

Aslında Mendel’in çocuklarının ona rağmen gösterdiği davranışlar, yalnızca onu aşmayı değil büyük babayı/Tanrı’yı da aşmaya işaret etmektedir. Sam’in yeni dünyası, Yonas’ın mesleği ve Miryam’ın toplumdaki ahlaki kodlara ters düşen davranışları bir meydan okumadır. Çünkü babanın inanç sisteminin aksine Tanrı sağır, dilsiz ve kördür. Bu noktada ‘Modern Trajedi’den (2018) bir referansla ailenin çocuklarının Tanrı’ya aldığı mesafe şöyle açıklanabilir: “20. Yüzyıl edebiyatı Tanrı’nın var olmadığı ya da ancak yokluğuyla var olduğu, ama kötülüğün ve suçun hem kişisel ilişkilerde hem de bir tür yaşam gücü olarak somut ve yaygın biçimde var olduğu bir yarım- dünyadır (Tanrı, bireysel arzular ve inançların berisi ve ötesinde konumlanmıştır)” (s.173-174). 

Öte yandan Mendel ve Debora, Tanrı’nın onların kaderlerini belirlediğini, evin son çocuğu Menuhim’in hasta olarak doğmasının dahi Tanrı’nın bir cezası olduğunu düşünürler. Yani burada kader Tanrı tarafından belirlenmiş aktif bir faildir. Singerlerin yaşadıkları talihli olaylar Tanrı’nın ne kadar merhametini yansıtıyorsa da felaketler de o kadar onun iradesinin sonucudur. Bu anlayış, diğer bir ifadeyle Tanrı ile birey arasındaki ödül-cezaya dayanan ilişki, bireyin kendi failliğini yok sayarak bir yaşam sürmesine sebep olur. Aslında Mendel, kendi acizliğini meşru kılmak için bu yolu seçmiştir. 

Kime isyan?

Bu hikâyede ortaya çıkan krizler kahramanların dünya algısını değiştirmiş midir? Felaket ve inanç birbiriyle çatışma içerisine girmiş midir yoksa bir bütün olarak mı kalmışlardır? Muhakkak ki felaket olarak adlandırabileceğimiz olaylar dizisi her bireyde bir kriz ile birlikte parçalanmayı meydana getirir. Mendel de bu dünyada her insan gibi kendi başına olduğunu, bu felaketler dizisine tanık olduktan sonra fark eder. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla önce oğlunu ve eşini kaybeder. Miryam delirir, Çarlık Rusya’sında kalan diğer oğluysa kayıplara karışmıştır. Doğduğu günden beri yok saydığı Menuhim hakkındaysa herhangi bir bilgisi yoktur. Yaşadığı kayıplar Mendel’i isyana teşvik eder. Ve bu isyanı ne ailesine ne de cemaatine karşı gerçekleştirir. İsyan bizzat Tanrı’yı hedef alır: 

“Pekâlâ, söyle o zaman, nedir yakmak istediğin?”

“Tanrı’yı yakmak istiyorum.” (s.138)

(…)

Bunca yıl sevdim Tanrı’yı ve O benden nefret etti. Bunca yıl O’ndan korktum, şimdi bana hiçbir şey yapamaz artık. Sadağındaki tüm oklar beni vurdu. Artık ancak öldürebilir beni. Ama O bunu yapmayacak kadar zalim. Yaşayacağım, yaşayacağım, yaşayacağım.” 

(…)

Cehennemin tüm azaplarını yaşadım zaten. Şeytandır Tanrı. O kadar kudretli olmadığı için, o kadar zalim de olamaz. Benim korkum yok dostlarım!” (s.142) 

Mendel’in sürdürdüğü inancı felaketler sonucu yıkılır. Tanrı’ya duyulan korku ve hayranlık arasındaki ikircikli duygular yerini isyana bırakır. Herhangi bir deneyimle temas etmeyi reddeden Mendel’in hikâyesi isyanı sonucu kılık değiştirmeye başlar. Peki ya Tanrı Mendel’i bırakmış mıdır? Mendel’in isyanı belki de Tanrı’ya ulaşmanın başka türlü bir yolu mudur? 

‘Eyub’, 20. yüzyılın büyük krizlerine, modern romanın ele aldığı meselelere Yahudi bir hocanın hikâyesi içinden bakar. Amerika’ya göç Singer ailesinin fertleri için büyük bir dönüşümün habercisi olur. Mendel, geleneksel teamülleri yürütmeye çalışırken bir kurbana dönüşür. Bu bağlamda kaderiyle boğuşmayı değil onu kabul ederek eylemde bulunmamayı tercih eder. Tanrı’sının ona yüz çevirdiğini fark ettiği andaysa isyan bayraklarını çekecek ve onunla büyük bir hesaplaşma içerisine girecektir. Ancak bu hesaplaşma yalnızca Tanrı’yla değildir. Nitekim Mendel’in de dediği gibi “Ateş, kitapların (Mendel’in kutsal kitapları) sayfalarını usulca yuvarlayacak, gümüş grisi bir küle dönüştürecekti ve siyah harfler bir an için kan kırmızısı bir renge bürünecekti (…) Mendel’e ölüm var, Mendel’e cinnet var, Mendel’e açlık var, Tanrı’nın bütün bağışları Mendel’e. Bitti, bitti, bitti Mendel Singer’in işi! (s.136). 


Eyub

Joseph Roth

Çeviri: Cemal Ener

Can Yayınları

182 sayfa.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ