Ayasofya, Kariye ve “sürekli fetih”

“Büyük güç” olmak takıntısı, mevcut iktidarın içinden çıkıp geldiği siyasal geleneğin mazlumluk ve mağduriyet anlatısının ayna yansısı olan narsisizme dönüşmesinden ibaret. Ayasofya’nın da Kariye’nin de (güya “Batı’ya meydan okuyarak”) “yeniden fethi”, aslında o emperyal büyüklüğün yeniden elde edilmesi vaadini bir biçimde somutlayan adımlar.

Ayasofya’nın “yeniden fethinin”, yani ibadete açılmasının üzerinden bir ay geçmişken bu kez sıra Kariye Müzesi’ne geldi. Geç Bizans dönemine ait emsalsiz mozaik ve freskoları dolayısıyla dünyaca üne sahip eski manastırın camiye tam olarak ne zaman çevrileceği, bunun yapıda ne gibi değişikliklere/kayıplara yol açacağı hususları henüz netleşmiş değil. 

Bu “yeniden fetih” ya da “yeniden İslamlaştırma” temsillerinin siyasal iktidarın tabanının hiç değilse bir bölümünü angaje ve dahası seferber etmek, daha da önemlisi o tabandan başka adreslere olası firar girişimlerinin önünü almak için sahneye konduğu aşikâr. İktidar koalisyonunun tabanındaki ağır çekim erozyonun hızlanarak görünür hale gelmesi ihtimaline karşı tabana, ya da en azından onun ideolojik-politik olarak daha sert ama daha aktif bölümüne maddi-manevi ödüller vermek ihtiyacı, muhtemelen kendisini giderek daha da fazla hissettiriyor. Belli ki en azından on beş günde bir o tabanın karşısına bir müjdeyle çıkıp onun “gazını almak” gerekiyor. 

Ancak Ayasofya ya da Kariye’nin ibadete açılmasını sadece iktidarın güncel siyasal hesap, çıkar ve ihtiyaçları dolayısıyla yorumlamak, bu adımları basitçe kamuoyu yoklamalarında kendisini belli eden olumsuz trendlere karşı bir reaksiyon olarak değerlendirmek de yanlış olacaktır. Zaten İznik ve Trabzon’daki Ayasofya müzelerinin yıllar önce camiye döndürüldüğünü, Kariye’nin ibadete açılmasına dönük hazırlıkların ise en azından bir sene önce başlamış bulunduğunu hatırlamak gerekiyor. Yani bu “yeniden fetih” adımlarını, anketlere verilmiş bir tepkiden çok, halihazırda çoktan mevcut bir eğilimin giderek güç kazanarak iyiden iyiye hâkim hale gelişi olarak değerlendirmek gerekiyor.
Ayasofya’nın Türk sağının İslamcılıktan milliyetçi muhafazakârlığa uzanan farklı hallerinin ortak bir “tarihsel davası” olduğu, dolayısıyla onun camiye çevrilişinin sağ rövanşizmin sembolik değeri büyük bir zaferi olarak yorumlanması gerektiği üzerine son bir ayda çok şey yazıldı çizildi. O meşum reaksiyoner zihin dünyasında bu, devleti Müslüman Türk milletinden çalıp gasp etmiş gayrimilli bir ekalliyet grubunun yarattığı bir tarihsel mağduriyet ve cürmün telafi edilmesinden ibaret. Ancak Türk sağının zihin ve belki de daha önemlisi duygu aleminde bu “telafi”, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte yitirilen büyüklük hissinin yeniden kazanılması anlamına geliyor. “Büyük güç” olmak takıntısı, mevcut iktidarın içinden çıkıp geldiği siyasal geleneğin mazlumluk ve mağduriyet anlatısının ayna yansısı olan narsisizme dönüşmesinden ibaret. Ayasofya’nın da Kariye’nin de (güya “Batı’ya meydan okuyarak”) “yeniden fethi”, aslında o emperyal büyüklüğün yeniden elde edilmesi vaadini bir biçimde somutlayan adımlar. 

Alternatif “milli kimlik” vurgusu
Mevcut iktidarın iştahla piyasaya sürdüğü “emperyal nostalji” ya da “yeni Osmanlıcılık” aktif-agresif dış politika tercihleri, içeride meşrulaştırmaya dönük bir kurgudan ibaret sanılmamalı. Nagehan Tokdoğan’ın “Yeni Osmanlıcılık” başlıklı çalışmasında vurguladığı üzere, “alternatif bir milli kimlik kurgusuyla” karşı karşıyayız. Bu (aslında çok da yeni olmayan) milli kimlik kurgusunu İslamcılığa indirgemek, onun potansiyel kapsama alanını olduğundan dar göstereceğinden hatalı olur. Aslında o, emperyal iştahı ve dünya karşısında üstünlük ve İslam’ı da kapsar bir biçimde hakiki bir medeniyet iddialarını gündeme getiriyor. Üstelik bu milli kimlik kurgusu, ayaklarını, 1930-40’lardaki bir kısa parantez dışında son yüzyılda Türk milliyetçiliğine rengini vermiş “Müslüman milliyetçiliğine” basıyor. Ana akım muhalefetin bu “yeniden fetih” girişimleri karşısında sessiz kalışını, onun “kültür savaşlarına” girmeyerek iktidarın “kutuplaştırma oyununu” boşa çıkarma taktiğine bağlamak bu nedenle yanlış olacaktır. İşin taktiksel boyutunun elbet bir doğruluk payı olsa da esas olan, emperyal nostalji, iştah ve hıncı kışkırtan alternatif milli kimlik kurgusunun, gerek tarihsel derinliği gerekse aktüel gücü itibariyle kapsama alanının bir hayli geniş olması.

“Kahpe Bizans”
“Kahpe Bizans” zaten ulusal kimlik kurgusuna hiçbir zaman dahil edilmemiş bir yabancı-öteki-düşman imgesi idi. Ayasofya ya da Kariye’nin zamanında müze haline getirilişi, Bizans geçmişinin ulusal tarihsel anlatıya dahil edilme girişiminden çok “medeni” Batı dünyasının bir parçası olma heves ve arzusunun bir nişanesiydi. Daha “seküler” bir milli kimlik kurgusunun hâkim olduğu bir dönemde bu adımları atmak mümkün olabilmişti. “Müslüman milliyetçiliğinin” emperyal pelerine bürünerek iyice pekiştiği, üstelik uluslararası sistemin “Batısızlaşma” eğilimi sergilediği günümüzdeyse uluslararası kültür varlıklarını tanıma ve korumaya dair “Batılı” konvansiyonlara uyma ihtiyacı kendisini giderek daha az dayatıyor. Böylece “ibadete açma” adımları, Türkiye’nin “asırlık parantezi” kapatarak uluslararası sistemin “efendilerinin” tepkisine rağmen nihayet bir “büyük güç” olarak temayüz etmesi anlatısına cuk oturuyor.
Emperyal kudret ve ihtişamı ihya etmek milli kimlik kurgusunun merkezine yerleşince dışarıda ve içeride “sürekli fetih” ihtiyacı kendisini dayatıyor. Suriye’den Libya’ya, Trabzon’dan İstanbul’a, içeride, dışarıda “sürekli fetih” fantezisi aracılığıyla iktidar, özgüven patlamalarıyla yok oluş kaygısı, “büyüklük” ile “biçarelik” arasında gidip gelen kırılgan “milli egoyu” kendi lehine seferber etmeye çalışıyor. Muhayyel “şanlı” mazinin tetiklediği böbürlenmeyle acz ve beka kaygısı arasında kalmışlık, yaklaşık yüz yıl önce bu toprakların insanlarını içeride-dışarıda büyük felaketlere sürüklemişti. Tarihin tekerrürden ibaret olmadığını umalım…                                  

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında