“Yoksullaştıran bir büyüme yaşıyoruz”

Döviz kurlarındaki yükseliş durmuyor, enflasyon yüksek seyrediyor, hayat pahalılığı çalışan kesimleri zorluyor. Bu tabloda iktidarın politikalarının etkili olduğu geniş kabul gören bir yorum. Ekonomi- siyaset ilişkisini iktisatçı ve yazar Ahmet İnsel ile konuştuk. Aynı zamanda Birikim dergisi yazarlarından da olan İnsel, üniversite eğitimini Paris 1 Pantheon-Sorbonne Üniversitesi İktisat Bölümü’nde yaptı ve aynı üniversitede iktisat doktorası hazırladı.

Döviz kurları, bilhassa ABD Doları yine yükseliş trendinde. Konuyu takip eden bağımsız iktisatçıların  ve ekonomistlerin hemen hemen tümü bunu siyasi sebeplere, yani  Erdoğan rejiminin tercihlerine, faiz politikasına ve MB'nin bağımsız olamayışına  bağlıyor. Siz de bu görüşü paylaşıyor musunuz? Temel sorun bu mudur?

1990’larda Türkiye’de ekonominin yapısal kırılganlığı siyasal istikrasızlığı besleyen nedenlerden biriydi. Üst üste gelen ekonomik krizleri, banka iflaslarını, şirket iflaslarını hatırlayalım. 2010’larda durumun tersine döndüğünü söyleyebiliriz. Bugün yaşanan iktisadi bunalımın yegane değil ama en başta gelen nedeni siyasal alandaki gelişmelerdir. Bu sadece Tayyip Erdoğan’ın faiz konusundaki saplantılı tavrı ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığını lağvetmesiyle açıklanamayacak yapısal bir sorundur. Elbette faiz ve MB konuları da Erdoğanizm Türkiyesi’nde ekonominin içinde bulunduğu bunalımlı durumun nedenleri arasında yer alıyor. Bütün güçlerin bir mevkide, cumhurbaşkanında, sarayda toplandığı bu otokrasi rejiminde, yapısal sorunun iki boyutu var. Birincisi verimlilik artışı sağlamayan bir büyüme politikasının artık iyice tıknefes olması. İktisatta yoksullaştıran büyüme diye bir kavram vardır. Bugün Türkiye ekonomisi buna çok uyuyor. İkincisi, hukuk devleti, hukuk güvenliği, öngörülebilirlik, kamu harcamalarının verimli kullanımı, akraba-ahbap-yandaş kayırmacılığının engellenmesi gibi koşullara riayet etmemek. 

Ahmet İnsel

Kapitalizmle demokrasi olmazsa olmaz bir birliktelik içinde değildir. Otoriter ulusalcı-kapitalist rejimler, başta Çin olmak üzere, birçok ülkede var. Ama otoriter kapitalizmin de iktisadi planda göreli başarılı olmasının koşulları var. Çin, tek parti diktatörlüğüyle bunu yürütüyor. Başka kapitalist otoriter iktidarlar yeraltı kaynaklarının yarattığı ranta dayanıyorlar. Rusya, Cezayir, Körfez ülkeleri bunun açık örnekleri. Otoriter ulusalcı-kapitalizm heveslileri de azımsanmayacak bir güç oluşturuyor bugün Türkiye’de. Ama Türkiye’de böyle bir rant imkanı yok. Büyüme göreli de olsa, açık ekonomiyi gerektiriyor. Bu ise otoriter kapitalizmin iktisatta başına buyruk olma kapasitesini sınırlıyor. Dış finansmana ve ithalata bağımlı bir ekonomimiz var. Büyüme için yurtdışından hatırı sayılır büyüklükte bir fon girişine her yıl ihtiyaç var. Bu ihtiyacın yıllık hacminin 50 milyar dolar civarında olduğunu bazı iktisatçılar tahmin ediyor. Günümüzde ise üretken amaçlı sermaye girişi güven kaybı, belirsizlik ve Volkswagen’in Türkiye’de yatırımdan vazgeçme gerekçesinde olduğu gibi imajının zedelenmesi endişesi gibi nedenlerle hızla azaldığı gibi, ciddi bir sermaye kaçışı yaşanıyor. Döviz üzerinden borçlanan Hazine’nin tahvil ve bonolarına verilen aşırı yüksek faiz için, gayrimenkul yatırım rantı için ve karapara aklamak için gelen sermayeye bağımlı artık Türkiye ekonomisi. 
Enflasyon-işsizlik-düşük büyüme sarmalı giderek daha güçleniyor. Cumhurbaşkanı büyüme illüzyonu yaratmak için faizleri düşürtmeye zorlarken, Türk lirasından kaçışı, dolayısıyla da ithalat maliyeti üzerinden enflasyonu körüklüyor. Yoksullaşma toplumun büyük bir kesiminde somut olarak yaşanıyor. 

Döviz kurlarındaki yükseliş böyle giderse bilhassa çalışanlar, emekçiler ve küçük/orta boy girişimci açısından önümüzdeki dönemde nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalırız?

Üretilen malların içinde ve enerji tüketiminde ithalatın payı büyük. Türk lirasının daha fazla değer kaybetmesi bu malların fiyatının da yükselmesine yol açıyor, lira değer kaybettikçe bu devam edecektir. İthal edilenin yerine yerli malı almak, enerji başta olmak üzere, birçok dalda ne kısa ne orta vadede mümkün. En fazla ithal mallarında tüketim kısılır. Ama ithalatımızın ezici çoğunluğu üretim amaçlı. Tüketimi kısmak üretimi kısmak anlamına geliyor. Türkiye’de dış cari fazla ekonomi daralınca elde edilir! Sabit gelirli olanlar açısından yüksek enflasyon büyük bir alım gücü kaybı demek. Bir yıl sonra enflasyon oranında ücretinizin arttığını var sayalım: yıllık enflasyon %30 olduğunda örneğin, gene de aradaki altı veya on iki ay süresince ciddi bir alım gücü kaybı yaşarsınız. İşsizlerin çök büyük bölümü işsizlik sigortasından yararlanamıyor ve işsizlik ücretler üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor.

TÜİK’in verileri de artık güvenilir olmaktan çıktı. Bilmiyoruz Beştepe’ye gerçek veriler gidiyor mu? Eğer hükümet de yayınlanan bu veriler ışığında karar alıyorsa, o zaman siste radarı bozulmuş, haritası güncelliğini kaybetmiş ama saplantılı bir kaptanın yönettiği bir gemide yol alıyoruz demektir. Buna bir de o sisin, yani öngörülemezliğin, belirsizliğin, güvensizliğin esas kaynağının geminin kaptanı olmasını ilave edince, durum gerçekten son derece endişe verici olur. Emekçilerin, küçük esnafın, köylülerin ve girişimcilerin gözünü boyamak için atılan hamaset nutukları, İslamcı-milliyetçi hezeyanlar ve çok sıkışınca ağza bir parmak bal çalmakla bu durumun üzerini örtmek kısmen mümkün. Ama sürdürülebilir değil.

Bu darboğazdan kısa vadede çıkmak mümkün mü? 

Darboğazın önemli bir kaynağı siyasal iktidarın politikası, sergilediği tavır, oluşan büyük güven kaybı. Bunları iktidar değişikliği ile kısa vadede epey telafi etmek mümkün. Ama bu iktidarın gerçekleştirdiği büyük iktisadi ve sosyal yıkımı telafi etmek elbette kısa vadede mümkün olmaz. Çevre kırımından ve insanî yoksullaşmadan beslenen bir iktisadi döngüyü dönüştürmek kolay olmayacaktır. Eğer gerçekten önümüzdeki seçimlerde meclis çoğunluğuna sahip bir iktidar değişikliği olacaksa, çok büyük bir iktisadi, sosyal restorasyon çabasına girişmesi gerekecek. 

Büyük bir savaşın yarattığı yıkımlardan çıkmak gibi olacak bu. Yalnız siyasal yapıda, eğitimde, yargıda değil, iktisadi yapıda da çok kapsamlı yeniden yapılandırıcı kararlar almak ve bunları uygulayabilmek gerekecek. Buna karşı Erdoğanizmin kazananlarının direnci olacak. Ayrıca kısa vadede değişim beklentisi de büyük olacak.  Bu yüzden Erdoğanizm sonrasını sadece parlamenterizme dönüş değil, kurumları, kuralları altüst edilmiş, içi boşaltılmış, bilgi ve liyakatin değersizleştirildiği, güvenin kaybolduğu, toplumsal çevrelerin birbirine düşmanlaştırıldığı, tarumar olmuş bu iktisadi-sosyal yapının nasıl düzeleceğini düşünerek, tartışarak, ortak çözümler üretmeye çalışarak ele almak lazım. Toplum olma haline nasıl dönebiliriz sorusuna yanıt bulmaya çalışmak elzem.                        

CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun MB Başkanı'nı ziyaret etmesi, pratik olarak önemli bir sonuç yaratmayacak gibi olsa da siyasi olarak ses getiren bir adım oldu gibi görünüyor. Bilhassa muhalefet partileri böylesi bir süreçte bu tür  hamleleri çoğaltmalı mı sizce? Daha da basitçe sorayım, ekonomide böylesi bir süreç yaşanırken muhalefetin performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Muhalefeti yetersiz bulmak yanlış değil ama Erdoğanizmin muhalefete bıraktığı hareket alanı da son derece dar. Kılıçdaroğlu’nun MB ziyareti kadar, kamu çalışanlarına yönelik yaptığı, “kanunsuz emirleri yerine getirmeyin” çağrısı da önemli. CHP’nin iktisat alanındaki bazı vaatlerini, önerilerini iktidar sözcüleri önce alayla karşılayıp, sonra sessizce hayata geçirmek zorunda kaldılar. Muhalefetin bu tür hamleleri çoğaltması, buna karşı bağırıp çağıracak, tehdit edecek iktidarın el kol hareketlerine önem vermemesi, doğru bir tavır olacaktır. HDP’nin tutum belgesi son derece önemli bir açılım getirdi. Erdoğan’ın Millet İttifakı içinde oyun kurmasını daha zorlaştırdı. Ama şu da gerçek ki, Erdoğanizme karşı olanlar Türkiye’de bugün çoğunlukta olsalar da, AKMHP/Erdoğan iktidarı sonrasını gerçekleştirmek için somut olarak yan yana gelmekte zorlanıyorlar. İktisadi iflas durumuna rağmen, halen Erdoğanizmin ayakta kalmasını sağlayan en büyük etmen bu.

İkinci etmen ise, bir kısmı İslamcı-milliyetçi ideolojinin etkisi altında olup, “Erdoğan iktidardan giderse bunlar bizden öç alır, bütün kazanımlarımızı kaybederiz” endişesi taşıyanların göreli büyük bir kitle oluşturmaya devam etmesi. Bu nedenle Erdoğan iktidarının devam etmesinin, bir avuç yandaş dışında, herkesi, AKP’ye, MHP’ye oy veren emekçiyi, esnafı, köylüyü, küçük-orta boy sanayiciyi de daha da zor duruma düşüreceğini sakin ama kararlı biçimde anlatmak, onların duymasını sağlamak gerekiyor. Medyanın durumu buna pek elvermiyor ama bu engelleri aşarsa muhalefet iktidara gelebilecek. Sadece yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların hesabını sorma vaadinde bulunmak değil, herkesin birlikte yaşayabileceği, ortak zenginlikten insanca yaşamak için gerekli ve hakkaniyetli payı alacağı bir toplum hedefini somut olarak ifade edebilmek ve bunun sadece muhalefeti destekleyenlerin değil, çok daha geniş bir çevrenin duymasını, anlamasını sağlamak nasıl mümkün olur? Doğrusu benim buna yanıtım yok. İçinde boğulduğumuz otokrasi rejimde başarılması kolay değil. Ama bunu başarabildiğimiz, bu milliyetçi-İslamcı despotluğun iktidarına seçim yoluyla son verebildiğimiz zaman, işte o zaman geleceğe güvenle bakabilecek ve kendi içimizden otoriter iradelerin çıkıp büyüyüp bize hükmetmesine belki son verebilecek yönde ilerleyebileceğiz.   

   

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE