Arkadaşları Hrant'ı Anlattı

Tuba Çandar'ın kitabında Adalet Ağaoğlu'nun 'İşte solcu insan', Jean Keheyan'ın 'Olağanüstü bir rehber', Ragıp Zarakolu'nun 'Hiç unutmadığım', Şafak Pavey'in 'Masal babam', Yervant Dink'in 'Dikine dikine meydan okudu' sözleriyle anlatmışlardı Hrant Dink'i.

BİANET - Hrant Dink 19 Ocak 2007'de öldürüldü. Aradan beş yıl geçti Dink Davası hala tamamlanamadı. Duruşma 17 Ocak'ta, öldürülüşünün beşinci yıldönümünden iki önce. Beşinci yılında Hrant Dink'i, onun hakkında yapılmış en kapsamlı çalışmalardan birinden yaptığımız derlemeyle anıyoruz.

Tuba Çandar'ın 'Hrant' adlı kitabında Hrant'ı eşi Rakel Dink, çocukları, akrabaları, çocukluk arkadaşları yani, onunla birlikte hayatı yaşayanlar anlatmıştı. İşte kısa bir seçki.

Adalet Ağaoğlu

Ben Hrant'ı Türkiyeli aydınlar olarak oluşturduğumuz 'Acil Demokrasi ve Barış' masalarımızda tanımıştım ilk kez. Katıldığı toplantıda herkesten farklılığıyla çarpmıştı beni.

İçten yaklaşımına, onurlu duruşuna vurulmuştum. 'İşte solcu insan!' demiştim kendi kendime. Sonra başka karşılaşmalarımız da oldu ve her seferinde daha da pekişti bu duygum.

Hrant'ı tanımak bana iyi geldi. (...)

Yaklaşımı çok farklıydı. Kullandığı dil bambaşkaydı. Özel bir insandı. Hrant çok kuvvetli bir iz bıraktı üzerimde. Davalar sürecini de yakından takip ettim ve masumiyetinden bir gün bile kuşku duymadım.

Mahkûmiyet kararını öğrendiğim gün, kalktım yanına koştum hemen. Ona olan desteğimi göstermek için koştum. Onun yaralarını sarmaya yetme­miştir ama çok duygulandığını bugün gibi hatırlıyorum.

Agos'a ilk gidişimdi bu. Şimdi de gidiyorum Agos'a ama artık anma günlerin­de... Duruşmalarına da gidiyorum hiç sektirmeden. Sağlığım elver­diğince de gideceğim.

Jean Keheyan

Hrant Dink'i 1991 yılının Haziran ayında tanıdım. Liberation gazetesi için, Anadolu'daki Ermeni varlığının izleri üzerine bir rö­portaj hazırlığındaydım. Türkler ile Ermenilerin ilişkilerinin düzel­mesi için uğraş veren arkadaşlarım bu kalem ve inanç adamıyla ilişki kurmamı tavsiye etmişlerdi.

Hrant'la Agios'taki bürosunda buluştuk. İlk bakışlar ve karşılıklı ilk sözcüklerden sonra anladım ki, genç yaşına rağmen Hrant benim için hayatta hiçbir zaman sahip olamadığım büyük ağabey olacaktı.

Hrant'la karşılaşmadan önce Türkiye hakkında ben de basite indirgeyici görüşlere sahiptim. Ama daha ilk karşılaşmamızda bir siyasal bilgiler profesörünün ciddiyeti ve analiz yeteneğiyle beni ikna ederek zihin dünyamı kendi kültürümün ak ve kara mürekke­binden arındırmıştı.

Beni, öksüz ve yetim anne babamın Anadolu topraklarından, üzerinde 'geri dönemezler' damgalı bir mülteci pasaportuyla ayrıldıkları an örülmeye başlamış ve kendimi bildim bileli sırtımda taşıdığım bir kaderin, Ermeniliğin yükünden az da olsa kurtarmıştı.

Böylece Türkiye'ye çok kez gidip geldim. Çelişkili görünebilir ama İstanbul'da kendimi evimde gibi hissediyordum. Hrant sayesindeydi bu.

Hrant, Ermeni sorununun karmaşıklığı üzerine çok ge­niş bilgisiyle gerek Türk kardeşleri, gerek Diaspora'daki kardeşleri için olağanüstü bir rehberdi.

Ermeni sorununa ilişkin bakış açımla bu dosdoğru adamın inançları önce ters düştü. Ancak Türk toplumuyla iyi ve doğru bir ilişki kurabileceğimi kısa zamanda anladım. Mademki bu toplumda onun gibi Ermenilerin gerçeğini ve acısını anlatan gazeteler kura­bilen, bunları yaşatabilen ve bunlarda yazabilen insanlar vardı, bu mümkün olabilirdi.

Böylece her zaman temas halinde kalacağımıza, hayatımızı tarih ve bellek için verilen bu mücadeleye adayacağımıza yemin ettik. O benim ağabeyim olmuştu, ben de onun Canosu...

Ragıp Zarakolu

Ben Hrant'ı 12 Eylül dönemindeki solculuk yıllarında Fırat ola­rak tanıdım. Beyaz Adam'ın kuruluş yıllarıydı ve Kadıköy, Bakırköy ve Osmanbey olmak üzere üç şube faaliyetteydiler. Eşim Ayşe (Zarakolu) o dönem Türkiye'nin tek ilerici dağıtım şirketi olan Cem-May Dağıtım'da çalışıyordu ve Beyaz Adam, hem ders kitabı ihtiyaçlarını hem de sol yayınları buradan karşılıyordu. Başlarda ödemelerde sı­kıntı yaşanmış olsa da bunu aralarında çözmeyi başardılar.

12 Eylül Cuntası'nın ASALA saldırıları bahanesiyle bütün Erme­nileri takibe alınması için karar aldığı bir dönemdi. Yaratılan korku ortamında, Ermenilerden yurtdışına çok göç olmuştu. Bu ortamda Ermeni olarak üç şubeli bir kitapevi açmak cesaret işiydi, çünkü 12 Eylül aynı zamanda kitap düşmanıydı. Evlerde kitapların yakıldığı, kitabevlerinin kitaplarını denize attıkları bir zamanda, Hrant'la Ayşe cesarette ve dayanışmada birbirleriyle buluştu.

Sonra biz 1993'te Yves Ternon'un Ermeni Tabusu'nu yayımla­dık. Türkiye'de 'Ermeni Soykırımı'ndan bahseden ilk yayındı bu. Ve bu tarihten itibaren Hrant'la muhabbetimiz daha bir kardeşleşti. Bu kitabın hem Diaspora'da hem de ülke içinde deprem gibi bir et­kisi oldu.

O kitabın dağıtımını bir günde yapıp ardından da yayıne­vi çalışanları olarak birbirimizle helalleştiğimizi hatırlarım, insanlar kitabı gelip almaktan korkarken, Kirkor Kolukısa, Sarkis Çerkezyan ve Hrant Dink Ermeni toplumu içindeki kitap dağıtımını üstlendi.

Savcılık, Ayşe'nin tutuklanmasını isteyince, yine sol mücadele yılla­rımızdan arkadaşım Taner Akçam aracılığıyla Vahakn Dadrian'la ta­nıştık ve savunma çerçevesinde onun Jenosit-Uluslammsı ve Ulusal Hukuk Apışından Soykırım adlı kitabını çıkarmaya karar verdik. Bu kitap da hemen yasaklandı. Ternon'un kitabından dolayı iki yıl hapis gibi çok ağır bir ceza verdiler Ayşe'ye.

Bu davalar basında hiç yer almadı ama Hrant o dönem yayımla­maya başladığı Agoiunda bunların takipçisi oldu.

Ben de çıkışından itibaren Agoiun müdavimlerindendim. O kadar ki, Agos çalışanları bana uzun sakalımdan dolayı, Ermenice rahip demek olan Vartabed diye takılıyordu.

Hrant, yayınevimizin yirminci yılı vesilesiyle, 1997 yılında yaptı­ğı bir konuşmada, Ayşe'ye hitaben, sana çok şey borçluyuz, çünkü sen bizim içimizdeki kini aldın, demişti. Çok duygulanmıştık biz de.

Yıllar sonra, 2005 yılında Sabiha Gökçen olayının yol açtığı baskı ortamında İnsan Hakları Derneği Başkanı arkadaşımız Eren Keskin'in girişimiyle, kendisiyle dayanışma adına verilen Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Ödülü'nü aldığında duygulanma sırası ona gelmişti. Ayşe'nin anısına verilen ödülü aldığında yaptığı o ko­nuşmayı hiç unutmadım.

Şafak Pavey

Hrant benim masal babamdı, çünkü insan kendine bir baba düşlerse babasının Hrant olmasını ister. Annem Ayşe Önal'ın yakın arkadaşıydı.

Çocukluk yıllarımda, daha dokuz-on yaşlarımda, Saroyan hikâyelerinden hayatıma girmiş ve bir daha da gitmemişti. Daha doğrusu, o zamanlar beni yüreğine almış ve bir daha da hiç bırakmamıştı.

Ben onunla zamanı yaşamanın imtiyazını hep hissettim üzerimde. Onu üzecek, incitecek bir şey yaparım da o kimselere el değdirmediği vakur kalbini kırarım diye içim titrerdi.

Ne çok şey öğrendim masal babamdan ben! Hayatını bir ustanın çırağına anlattığı gibi anlatırken bana, gerçek hayatı da öğretti. Gedikpaşa Yetimhanesi'nden başlayıp Tuzla Kampı'na, sevdası, sevdalısı Rakel'den sımsıcak kardeşlerine, çocuklarına derken, bir de baktım, çocukları kardeşlerim olmuş, ailesi ailem.

Yuvası Agos'ta. ise yazar yaptı beni. Yazı dünyasındaki ilk patronum oldu. 1997 yılında yazmaya başladım. 1996'da bütün sol tarafımı kaybettiğim o kaza olmuştu ve daha o yaz yazmamı önermişti masal babam. Her şeyin masallardaki gibi olmasını isterdi çünkü.

Kazadan hemen sonra protez bacak yapmak için İsrail'de bir doktor bulunmuştu bana. II. Dünya Savaşı sonrası kamplardan kurtulanları toparlayan, Legion D'Honneur Madalyası almış birisi.

Özel bir protez maddesi bulmuş, onu önce bende denemek istemişti. Bunun üzerine İsrail'e gittim. Bu süreçte Hrant en başından beri yanımızda oldu ve sabırla yazı için hazır olmamı bekledi. İsrail'deki tedavim sürerken doktorum beni on beş günlüğüne Türkiye'ye gönderdi. Dönüşte bacağımı takacaktı. Ama doktor iki hafta içinde kanserden öldü. Hastalığını bile bile son ana kadar benim için çalışmış ve bacağımla ilgilenilmesini de bizzat vasiyetine koymuş.

Bunu öğrendiğimde altüst olmuştum. Yaşadıklarımı anlatan bir şeyler yazıp Hrant'a, 'Al sana bu ilk yazım,' diye verdim. İşte böyle başladık. Hatta bu ilk yazıya koca bir sayfa ayırdılar Agos'ta. 'Bundan sonra sana artık cep harçlığı da veririm,' dedi bana. Arat da o dönemde cep harçlığı istemeye dalardı odadan içeri. Ben de yanına gittiğimde Arat'ı taklit eder, 'Baba, cep harçlığımı verecek misin?' diye takılırdım.

Saroyan'ın öykülerinde bir Ermeni baba vardır. İşte ben o babayı Hrant'ın sesinde, ellerinde, kendi çocuklarıyla olan ilişkisinde buldum. Masal babam İngiltere'de tedavim sürerken de hiç bırakmadı beni. Ne zaman bir sıkıntımız olsa atlar gelir, 'Gel kız, seni bir yerlere götüreyim,' derdi. Herhalde kendisi de çok sıkıntılı zamanlardan geçtiği için sahipti bu özel duyarlığa. Bir şey konuşsak da, konuşmasak da o zor zamanları hep birlikte geçirirdik.

En büyük işlerinden biri bana koca aramaktı. 'Bizim kızımız,' dercesine bir sahiplenişi vardı beni. Rakel'le ilişkisinde bile aşkın yanı sıra bir sahiplenme, bir babalık yönü görmüşümdür hep.

En çok da çocuklarıyla olan ilişkisi etkilerdi beni. Delal master için Amerika'ya gitmeden önce bir gün evlerine uğradığımda kızının bir fotoğrafı önünde ağlarken görmüştüm onu.

Agos'taki  odasının duvarlarında asılı fotoğraflar ne çok şey anlatırdı masal babamın dünyasından. Hepsi de siyah-beyaz... Tehcir yollarına düşmüş bir anne kız mesela. Sonra 1900'lerden kalabalık bir Ermeni ailesi fotoğrafı Anadolu'dan... Koca bıyıkları ve koca şapkasıyla William Saroyan ve hemen yanı başında efendice gülümseyen Hagop Mıntzuri... Şınorhk babasının resmi de asılıydı duvarda. Bir de Ara Güler'in objektifinden Karin Karakaşlı...

Yervant Dink

Ben gidersem öyle havaalanından uçakla falan gitmem, gidersem Malatya'dan yola çıkar, Der Zor istikametinde giderim diye yazdı son yazısında. Bu onun kendisine yapılanlara politik bir cevabıydı. Yoksa çoluk çocuğu hiçbir zaman olayın içine çekecek bir tutum takınmazdı, takınamazdı...

Zaten gitmedi de işte, gidemedi.

Gidememesinin nedeni çok açık: Bu yola yığınla insanla çıktık diye düşündü. Hepsinin başı öyle ya da böyle belada...

Ben gidersem, bunca insanın yüzüne nasıl ba­karım diye bir duyguya kapıldı. Pasiflik diye algıladı gitmeyi, kaçma­yı, sessizleşmeyi. Onu hazmedemedi. İşin aslı bu...

Bana sorarsan, abim bizim, 'Çekil artık, yetti, tamam, buraya kadar' noktasına gelmememiz için, en hassas noktayı konuşmadı.

Oğluyla ilgili tehdidi bizden gizledi. Niye gizledi, diyecek olursan çünkü biz duysaydık, işin çoluk çocuğa uzandığı anda, aynı kala­mazdık artık. İşin rengi değişti, noktasına gelecektik o zaman. Bunu biliyordu...

Son aylarda ben, tabii bunları bilmediğim için, Allah Allah, niye böyle dikine dikine meydan okumaya başladı diye düşünmüştüm. Sonradan Arat'a gelen tehdit hadisesini duyduğum zaman mesele­yi çözdüm. Bundan sonra hedefe kendini koymaya başladı. Bunu anlatmak kolay değil de, mayasını bildiğin zaman anlarsın.

Benim üzerime gelin, yaptı. Yapısı buydu abimin... Sağına soluna kötülük edilmesini engellemek için yaptı bunu.

İhtimal bu da oğluna gelen tehdidin ve yaşadığı ama bize anlatmadığı, bizim de henüz bilme­diğimiz başka birkaç hadisenin neticesiydi. Başladı yığınla isim ifşa etmeye. Kemal Kerinçsizler, Veli Küçükler işin gözüken kısmı. Asıl peşimde olan çok daha güçlü ve tehlikeli bir yapı diye ima ediyordu. Onlara, sizi tespit ettim, diyordu. (TÇ/HK)

* Tuba Çandar, Hrant, Everest Yayınları, 2010

** Fotoğraf: Mehtap Yücel

 

 

 

Kategoriler

Güncel Gündem