OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Zulüm zalimi de çürütür

Söz konusu kişi, 12 yaşındaki yeğeninin futbola ve özellikle Anadolu takımlarının formalarına meraklı olduğunu, bu sebeple gittiği yerlerden ona o şehrin takımının bir formasını getirdiğini, Diyarbakır’a son gittiğinde de bir Amedspor forması alıp yeğenine hediye ettiğini söylüyor. Çocuk da formayı çok sevmiş ve her yere üzerinde o formayla gitmeye başlamış. Fakat, birlikte maç yaptığı akranları o formayı giydiği için çocuğu taciz etmeye, “Amedspor Kürt takımı değil mi? Neden o formayı giyiyorsun? Bence giymemelisin” gibi sözler söylemeye başlamışlar.

Geçmiş ve mevcut vakalar bize sosyal ve siyasi yaşamda neredeyse fizik kuralı kesinliğinde bir kural olduğunu gösteriyor: Bir topluluğu sürekli baskı ve zulüm altında tutan toplulukların kendileri de zaman içinde doğruya ve yanlışa dair ölçütlerini kaybediyor, ahlaken çürüyor, çökmese bile bu çürümüşlüğün ceremesini yalnız baskı altında tuttuğu topluluk değil, kendisi de çekiyor, çünkü doğruya-yanlışa dair ölçütleri, insafı, izanı bir kere kaybedince bu, tüm ilişkilere, hayatın diğer alanlarına da sirayet ediyor. Tabii, bu öyle bir günden ötekine yaşanan bir süreç değil, zaman içinde bir nesilden diğerine devredilerek oluşan bir hâl. 

Peki, doğru-yanlışa dair ölçütler neden kaybediliyor? Kaybediliyor, çünkü kimse zulmünün zulüm olduğunu kabul ederek onu devam ettiremez. (Yok, zulmün zulüm olduğunu bile bile devam ettiriyorsa orada da sağlıklı bir toplum, sağlıklı bir kamusal otorite yoktur zaten. Bir nevi kolektif psikopatlık.) Zulmün zulüm olmadığını ispat etmek için de, başta kendiniz olmak üzere herkese yalan söylemeniz gerekir; ya da yapılan kötü ve yanlış işlerin aslında o kadar da kötü olmadığını, kötü olsa bile geçerli bir gerekçesi olduğunu göstermeye çalışırsınız. Bunun ahlaki anlamda aşınma getirmesi de büyük bir olasılıktır. 

Bu açıdan, Türkiye ve İsrail toplumları birbirine benziyor. İsrail devleti onlarca yıldır Filistinlileri baskı altında tutarken Türkiye devleti de Kürt toplumunu baskı altında tutuyor. Bu baskının derecesi, şekli, şiddeti iki vaka arasında daima ve birebir aynı değil, arada farklar da var ama zaten bu söylediklerimin doğru olması için her şeylerinin birebir aynı olmasına gerek yok. Ayrıca, gene iki vaka arasında ortak olan bir nokta da şu ki, baskı politikaları, bekleneceği üzere, baskı altındaki toplulukta bir reaksiyon doğurur ve bu, er veya geç, şiddet barındıran bir reaksiyon olur. Karşı tarafın şiddeti, çoğunluk olan toplulukta azınlık olana nefreti daha da artırır, yükselen nefret doğruya-yanlışa dair ayrımlara karşı gözleri daha fazla kör eder, baskıcı topluluk baskı altında olana ne olacağını daha da fazla umursamamaya başlar. “Onlara ne yapılsa müstahaktır” anlayışı iyice hâkim olur. Bunun psikolojik yüküyle de baş edebilmek, meşrulaştırabilmek için, pek iyi bilindiği üzere kurban, insanlık dışına atılır, İngilizce tabiriyle ‘dehumanize’ edilir. Hatta, kurban/mağdur/mazlum imgesiyle dalga geçilir, bu imge karikatürize edilir. Böylece, ahlaki erozyon derinleşir ve bir kısır döngüye girilmiş olur. 

Bu baskı politikalarının İsrail ve Türkiye toplumları üzerinde yarattığı ahlaki tahribata dair, farklı zamanlardan birçok örnek verilebilir. Öncesi bir yana, 7 Ekim’den bu yana İsrail’deki sosyal medya kullanıcılarının bombardıman altındaki Gazzelilerle, onların ölümleriyle dalga geçen videoları, Filistinlileri “hayvan”, “virüs”, “pislik” olarak tanımlayan ifadeleri, sokaklarda yalnız Filistinlileri değil, baskı politikalarına muhalif Yahudileri de hedef alan saldırılar, İsrailli askerlerin girdikleri evlerde yaptıkları vs.

Ortamını, şartlarını daha iyi bildiğimiz Türkiye’den örneklere ise zaten ömrümüz boyunca şahit olduk. Bu sefer size, geçenlerde bir sosyal medya kullanıcısının yeğeninin başına gelenleri anlattığı vakayı örnek olarak vereyim. Söz konusu kişi, 12 yaşındaki yeğeninin futbola ve özellikle Anadolu takımlarının formalarına meraklı olduğunu, bu sebeple gittiği yerlerden ona o şehrin takımının bir formasını getirdiğini, Diyarbakır’a son gittiğinde de bir Amedspor forması alıp yeğenine hediye ettiğini söylüyor. Çocuk da formayı çok sevmiş ve her yere üzerinde o formayla gitmeye başlamış. Fakat, birlikte maç yaptığı akranları o formayı giydiği için çocuğu taciz etmeye, “Amedspor Kürt takımı değil mi? Neden o formayı giyiyorsun? Bence giymemelisin” gibi sözler söylemeye başlamışlar. Sonunda da çocuğu takımdan atmışlar. Olayın geçtiği yer de öyle insanların aklına ilk anda ‘tutucu, muhafazakâr’ olarak gelecek bir yer değil: İstanbul’un Kadıköy semti.

Kısa bir taramayla, yakın ve uzak geçmişten buna benzer onlarca başka örnek de ekleyebilirsiniz ama bu örnekte ayrımcı bakış açısının 12-13 yaşlarındaki çocuklara kadar sirayet etmesi, başta bahsettiğim çürümenin ne demek olduğunu açık biçimde gösteriyor. Olayın Kadıköy’de yaşanması da, ayrımcılığın hiç de öyle ‘derin Anadolu’yla sınırlı olmadığının göstergesi.