Kabaca söylersem Anayasa Mahkemesi, yüzyılı aşkın bir süre önce gerçekleşmiş ve halen tartışılan bir tarihsel konu var -ki Mahkeme bunu tırnak içinde ‘Ermeni Tehciri’ olarak ifade etmiş- bu konudaki tarihsel gerçeklerin ortaya çıkabilmesi için oturun konuşun, yasaklamayın diyordu. Bu kararı önemli kılan bir diğer husus, kararı veren AYM İkinci Bölüm üyelerinin oy birliğiyle karara imza atmış olması. Beş yargıcın imzasını taşıyan bu karar, akademide, fakültelerde örnek karar olarak ders programlarına alınmayı hak ediyor
“Bir yüzyıl sonrası, anlamak ve bir neticeye varmak için en uygun zamandır” diyor Hans Lukas Kieser, “Talat Paşa, İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı” (İletişim Yayınları) isimli kitabında.
Ermeni Soykırımının üzerinden ise bir yüzyıldan fazla zaman geçti ama biz hâlâ soykırımı anlamak için konuşamıyoruz.
Soykırımın bugün yaşamakta olduğumuz devlet şiddeti ve ahlaki çöküşe etkilerini görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz.
Aradan geçen yüz on yılın sonunda bugün hâlâ soykırımdan söz etmenin suç olup olmadığını tartışmak gibi savunmacı bir yerden katılıyoruz konuşmalara.
Bu arada bir programda soykırım sözü geçti diye Açık Radyo kapatılıyor, soykırımı dile getiren Diyarbakır Barosu yönetim kurulu ve İnsan Hakları yöneticilerine her defasında davalar açılıyor. Bu davalar ve saldırılar, soykırımı konuşmak isteyenleri korkutmak, caydırmak gibi bir amaç taşıyor ve ne yazık ki çoğunlukla başarıya da ulaşıyor.
Ermeni soykırımından söz etmenin bile suç olduğu algısı yerleştirilmek isteniyor.
Konuyla ilgisi bakımından önemli bir Anayasa Mahkemesi kararı dahi, izleyebildiğim kadarıyla Agos, Bianet dışında basının, haber sitelerinin gündemine oturamıyor. Türkiye yargı tarihinin bildiğim kadarıyla ilk olma onurunu taşıyan bu karar, hukuk çevrelerinde, akademide bile yeterince ilgiye mazhar olamıyor.
Neydi bu karar?
Bu karara giden yolu kısaca anlatmak gerekirse, süreç şöyle gelişmişti:
Hrant Dink Vakfı’nın, 18-19 Ekim 2019 tarihinde yapmayı planladığı, “Kayseri ve Çevresi: Toplumsal, Kültürel ve Ekonomik Tarihi Konferansı” Kayseri Valiliği tarafından varsayımsal ve soyut gerekçelerle süresiz olarak yasaklanmıştı. Vakıf bunun üzerine İdare Mahkemesi’ne başvurarak yasaklama işleminin iptalini talep etmiş ancak talebi Kayseri 2. İdare Mahkemesi tarafından reddedilmişti. Ankara Bölge İdaresi’ne yapılan başvurunun bu sefer de gerekçesiz bir kararla reddi üzerine Vakıf, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu.
AYM, “Demokratik toplumda ifade özgürlüğü ile toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının önemi” ve müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olup olmadığını tartışmış, müdahalenin soyut ve varsayımsal gerekçelere dayandığını ve yasal dayanağının bulunmadığı sonucuna varmıştı. Mahkemenin ihlal kararı verebilmesi için bu tespitler yeterliydi, yani bu bulgularla ihlal kararı vermekle yetinebilirdi, ihlal kararı vererek dosyadan elini çekebilirdi. Ancak Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki tespitinin ardından meseleye daha derinden bakmaya, deyim yerindeyse idarenin ve ilk derece mahkemelerinin kararlarını zihinsel dünyalarına egemen önyargıları açısından irdelemeye karar vermişti ve bu önemliydi.
Kabaca ifade etmem gerekirse Kayseri Valiliği, toplantıyı yasaklama gerekçesi olarak “kamu güvenliğine ve suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlikelerin ortaya çıkabileceği” varsayımında bulunmuş, bu kanaatini de toplantıda ve ardından hazırlanacak bildiride “soykırım” ve “katliam” ifadelerinin kullanılabilecek olması tahminine dayandırmıştı.
Yani Kayseri Valiliği, “soykırım” ve “katliam” ifadelerinin suç teşkil ettiğini, bu ifadelerin kullanıldığı takdirde kamu düzenine açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkabileceğini varsaymıştı. Kayseri İdare Mahkemesi ve Ankara Bölge İdare Mahkemesi kararlarında da bu varsayım etkili olmuştu. Yani çok kabaca anlatımla; İdare ve ilk derece mahkemeleri soykırımı, katliamı konuşma ihtimalini yasaklıyordu.
Anayasa Mahkemesi'nin kararının önemi
Kanımca AYM, İdare ve yargı merciinin tespitlerinin, kararlarına egemen olan zihinsel dünyalarının da dikkate alınması gerektiğini düşünerek tarihsel gerçeklerin araştırılmasının, “soykırım” ve “katliam” ifadelerinin kullanılmasının hukuksal bir çözümlemesini yaptı. Bir anlamda yerel mahkemelere ve idareye yol gösterdi:
“Yüz yılı aşkın bir süre önce gerçekleşmiş olan ‘Ermeni Tehciri’ aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen geçmişte ve hâlen ülkemizde ve uluslararası toplumda, akademik camialarda ve siyasi çevrelerde tartışılan önemli siyasi ve tarihi bir konu olmuştur.”
“…tarihsel gerçeklerin ortaya çıkarılması bakımından kullanılacak terimlerin ve açıklanacak yorumların -bir topluma veya kişilere karşı nefret aşılayarak şiddete tahrik edecek veya haklı gösterecek nitelikte olmadığı sürece- ifade edilmesine imkân tanınması gerekir.”
“Nitekim gerçeğin ancak düşüncelerin serbestçe ifade edilebildiği ve tartışılabildiği bir ortamda ortaya çıkabileceğini gözeten Anayasa Mahkemesi, kararlarında devlet yetkililerini veya toplumun bir bölümünü rahatsız eden düşüncelerin demokratik bir toplum için şart olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gereklerinden olduğunu birçok kez teyit etmiştir.”
Özetle AYM; tarihsel bir gerçeği araştırmanın, tartışmanın ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğunu, bireyler ve kurumlar arası tartışmaların demokratik bir toplumun belkemiğini oluşturduğunu söylemiş, tarihsel gerçeklerin ancak düşüncelerin serbestçe ifade edilebildiği ve tartışılabildiği bir ortamda ortaya çıkabileceğine dikkat çekmiş, tartışmanın kamu yararına olduğunu belirtmiştir.
Kabaca söylersem Mahkeme, yüzyılı aşkın bir süre önce gerçekleşmiş ve halen tartışılan bir tarihsel konu var -ki Mahkeme bunu tırnak içinde ‘Ermeni Tehciri’ olarak ifade etmiş- bu konudaki tarihsel gerçeklerin ortaya çıkabilmesi için oturun konuşun, yasaklamayın diyordu.
Karar, yukarıya aldığım paragraflardan ibaret değil ve diğer tespitlerin de her biri yol gösterici ve değerli. Bu yazıda soykırımı konuşmanın anlamı ve suç olup olmadığı sorusuna yanıt aramak için kararın bu bölümlerine odaklandım.
Bu kararı önemli kılan bir diğer husus, kararı veren AYM İkinci Bölüm üyelerinin oy birliğiyle karara imza atmış olması. Beş yargıcın imzasını taşıyan bu karar, akademide, fakültelerde örnek karar olarak ders programlarına alınmayı hak ediyor.
Sonuç olarak bu kararın da gösterdiği gibi; soykırımı konuşmak suç değildir, tarihsel gerçekler ancak düşüncelerin serbestçe ifade edilebildiği ve tartışılabildiği bir ortamda ortaya çıkabileceğinden bir bakıma demokrasiye ve çoğulculuğa hizmet eder ve esasen topluma karşı bir görevdir.
Asıl suç olan, soykırımın kendisidir ve soykırım insanlığa karşı işlenmiş en acımasız en ağır suç tipidir. Bu nedenle uluslararası hukukta suç olarak kabul edildiği gibi TCK’da da suç olarak tanımlanmıştır.
Soykırımı gerçek anlamda konuşmak, ülkenin ve bölgemizin geleceğini sağlıklı temellere oturtabilmenin fırsatlarını da sunduğundan bundan kaçınamayız.
Unutmayalım ki Soykırım, hukuken de ahlaken de ağır bir suçtur, layıkıyla yüzleşilmedikçe bugünümüzü etkilediği gibi geleceğimizi de etkileyecektir.
Yine aynı kitabında “Talat ve ekibi, arkalarında bir yüzyılın dahi iyileştiremediği yaralar bıraktı. Bu yaraları kurbanların varisleri ne affedebildiler ne de unutabildiler, zira böylesi bir iyileşmenin ön koşulu olan muteber bir kabul namevcuttu” diye ekliyor Kieser.
Çünkü zaman, bazı yaraları iyileştiremiyor. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin layıkıyla gerçek anlamda bir yüzleşme yapılmadıkça unutulamıyor. Açık yaralar üzerine sağlıklı bir yapı kurulamıyor.
Çünkü “geride bıraktığımız ve zamanla unutulur sandığımız hayatın, karanlıktan çıkıp gelmek, bizden şikâyet etmek, bizi yargılamak gibi kötü bir huyu var.”
Rosa Luxemburg’un çok sevdiğim sözleriyle bitireyim:
“Gerçeği görmek ve dile getirmekten daha devrimci bir şey yoktur.”