Genç okurlar için hatırlatmak isterim; Türkiye’de 12 Eylül darbesinin hemen ardından yeniden yapılandırılan ilk kanunlardan biridir Adli Tıp Kurumu Kanunu ve bu kanun o dönem bütün hızıyla sürdürülen siyasi cinayetlerin, işkencenin, eziyetin üstünü örtmek için bu kurumun iyi bir araç olduğu düşünülerek yapılmış, iştigal sahası nedeniyle özerk olması gereken kurum doğrudan yürütmeye bağlanmıştır. Çünkü tahakküm sistemlerinde devlet, adli tıp alanını hakikatin ortaya çıkarılması yönünde değil hakikatin örtülmesine yarayan şekilde kullanıyor. Şili’nin adı cinayet ve işkencelerle anılan diktatörü Pinochet’in adli tıp kurumu için “devletin kirli çamaşırlarını yıkayan bir çamaşır makinesi” tanımlamasını yapması boşuna değil.
Devlet, bireylerin sağlık hakkı ve sağlığa engelsiz erişim hakkını korumakla yükümlüdür.
Dünya Sağlık Örgütünün tanımına göre, “sağlığa erişim hakkı” ulaşılabilir en yüksek sağlık standardına sahip olmak, ırk, din, siyasi inancı ekonomik ve siyasi durum ayrımı yapılmaksızın her insanın temel hakkıdır.
Sağlığa erişim hakkını savunması, bu konudaki engelleri ortadan kaldırması gereken devlet kurumları, bu temel hakkı ihlal etmekle kalmıyor aksine sürekli engeller çıkararak, ağır hasta tutukluları oradan oraya sürükleyerek, kötü koşullarda kilometrelerce uzağa taşıyarak sağlığa erişim hakkını engelledikleri gibi bedensel ve ruhsal yönden acı çekmelerine de neden oluyor, hasta tutuklulara eziyet ediyor. Cezaevlerinde kötü muamele ve eziyetin mağduru onlarca tutsaktan biri de Mehmet Murat Çalık ve ne yazık ki bu satırların yazıldığı sırada mağduriyeti devam ediyor.
İki gün önce bazı yayın organları, Mehmet Murat Çalık'a İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden verilen raporun Adli Tıp Kurumu tarafından tahrif edildiği iddiasına yer verdiler.
Bir yayın organında, “Turhan Çömez’den Yok Artık Dedirten İddia!” başlığıyla verilen habere göre, Meclis Genel Kurulu’nda konuşan Turhan Çömez, Çalık’a hastaneden verilen raporun Adli Tıp Kurumu tarafından çarpıtıldığını öne sürmüştü.
Gerçi Adli Tıp Kurumu bu iddiayı reddeden bir açıklama yayınladı. İddia asılsız da olabilir ama ben haberi okuduğumda, bazı yayın organlarının başlığa çıkardığı gibi “yok artık” diyemedim. Doğrusu hiç şaşırmadım. Sonra neden şaşırmadığımı düşündüm uzun uzun.
Adli tıp aslında insan hakları alanında hakikatin görünür kılınmaya çalışıldığı bir tanıklık alanı, insan hakları ihlalleriyle savaşımın önemli araçlarından biri.
Mesela bir insana işkence yapılıp yapılmadığı, insan haklarına ve insan onuruna aykırı küçültücü bir muamele yapılıp yapılmadığı adli tıbbın yapacağı değerlendirmelerle ortaya çıkacağı için önem verilen bir kurum olmasına rağmen ben neden Adli Tıp Kurumuna yöneltilen bu iddiaya şaşırmadığımı sordum kendime.
Sanırım Adli Tıp Kurumunun bizdeki uygulama pratiği nedeniyle, siyasi iktidarın gücünü bu kurum üzerinden yeniden kurmak için kurumu araçsallaştıran uygulamaları nedeniyle şaşırmadım.
Genç okurlar için hatırlatmak isterim;
Türkiye’de 12 Eylül darbesinin hemen ardından yeniden yapılandırılan ilk kanunlardan biridir Adli Tıp Kurumu Kanunu ve bu kanun o dönem bütün hızıyla sürdürülen siyasi cinayetlerin, işkencenin, eziyetin üstünü örtmek için bu kurumun iyi bir araç olduğu düşünülerek yapılmış, iştigal sahası nedeniyle özerk olması gereken kurum doğrudan yürütmeye bağlanmıştır.
Çünkü tahakküm sistemlerinde devlet, adli tıp alanını hakikatin ortaya çıkarılması yönünde değil hakikatin örtülmesine yarayan şekilde kullanıyor. Şili’nin adı cinayet ve işkencelerle anılan diktatörü Pinochet’in adli tıp kurumu için “devletin kirli çamaşırlarını yıkayan bir çamaşır makinesi” tanımlamasını yapması boşuna değil.
Adli tıp kurumunu devletin kirli çamaşırlarının yıkandığı bir mekanizma olarak kullanmaya devam etmek isteyenler ve kullananlar için kurum çalışanlarının devletle uyumlu kadrolardan oluşması arzulanan bir durumdur. Bilimselliği temel alan, incelediği vakalara bilimsel ve tarafsız yaklaşan adli tıp uzmanları tam da bu nedenle devletlerin korkulu rüyasıdır. Bu nedenle, kurumda görev yapmaları engellenir, baskı, tehdit ve korkutma alabildiğine uygulanır.
Mesela mesleki ömrünü işkenceyle mücadeleye adayan adli tıp uzmanı Şebnem Korur Fincancı, işkencenin, suikastların, faili meçhul diye adlandırılan cinayetlerin hayli yaygın olduğu 1990’larda işkenceyi saptayan, ölümlerin hakikatini açıklayan raporlar yazdığı, tıp etiğine uygun davrandığı için devleti yönetenlerce hedef tahtasına oturtuldu, görevinden alındı, resmi makamlarca tehdit edildi. Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar tarafından 1996 yılında, "görevinden istifa etsin yoksa başına bir iş gelir" diye açıkça tehdit edilen Fincancı’nın görevden alınmasına dair gizli bir yazı yazıldığı da ortaya çıkmıştı.
Ergenekon davası sanıklarından Ümit Sayın’ın msn görüşmelerinin çözümünün büyükçe bir bölümü, Şebnem Korur Fincancı’nın Adli Tıp Kurumunda görev almasının engellenmesine yönelik konuşmalardan oluşuyordu.
Adli Tıp Kurumuna yöneltilen iddiaya neden şaşırmadığımı bir de Şebnem Korur Fincancı’nın şu sözleriyle açıklamaya çalışarak bitireyim yazıyı:
“Devletin işlediği suçlar benim görev alanıma girdiği için bu erki elinde bulunduranlar benden rahatsız oluyorlar. Bu yüzden de beni ortadan kaldırmak, hakkımda asılsız iddialarda bulunarak beni karalamak için çaba harcıyorlar. Kimin hakkında rapor düzenlediysem bir anda o siyasetin taraftarı oldum. İlk önce sol örgütlerden olduğum söylendi fakat Uğur Mumcu cinayetini işlediği söylenen sanıklar hakkında rapor verince kafaları karıştı. İki tabloyu kafalarında oturtamayınca "Devlet Düşmanı" dediler. Kemal Alemdaroğlu dönemindeki soruşturmalar, Adli Tıp Kurumu’ndaki başkanlık görevime son verilmesi bunlarla ilgili.”
Content launch tracker
Outlet
?
Date
Published
Kisi
agos.com.tr - TR
No
Date
No
Person
agos.com.tr - ENG
No
Date
Yes
Person
agos.com.tr - HAY
No
Date
Yes
Person
e-bulten
No
Date
No
Person
WhatsApp
No
Date
No
Person
Instagram
No
Date
No
Person
Facebook
No
Date
No
Person