Mehmet Altan’ın başyazarı olduğu Star gazetesinden tartışmalı bir şekilde ayrılması, demokrat aydınlarla AK Parti arasında uzun bir süredir devam eden ayrışmanın en görünür olduğu anlardan biri oldu. Yaklaşık 10 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisinin reformculuk yolundan sapıp Ankaralılaşma yoluna girdiğini söyleyen Altan, bu gidişatın sürmesinin AK Parti’nin intiharı anlamına geleceğini düşünüyor.
FUNDA TOSUN
fundatosun@agos.com.tr
• Star gazetesinden ayrılmanızla başlayalım. Nasıl yaşandı o süreç?
Bir sabah kalktım, baktım ki o güne dek gazetede yazımın üzerinde yer alan “başyazı” ifadesi yoktu. Bir başka sabah web sitesindeki sıralamadaki yerimin değiştiğini gördüm. Akabinde yazılarımın anonslarıyla ilgi sıkıntılar oluştu. Öte taraftan, grubun televizyonuna son üç yıldır baktığınızda, orada da beni göremezsiniz, çünkü ambargoluydum. Bütün bun-ları görmezden geldim, fakat iş, benim nerede, nasıl, ne şekilde konuşacağım noktasına gelince bu işi artık kaldıramaz hale geldim. Ben ve ailem çok koyu faşizm dönemlerini yaşamış insanlarız ve tüm o dönemlerde dahi böyle bir muameleyle karşılaşmadım. İlk yazımın basıldığı 1967’den bu yana ilk defa yazılarımın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir baskı yaşadım.
• Basın özgürlüğü konusunda en kötü dönemlerden birini yaşadığımız görüşüne siz de katılıyorsunuz yani?
Bugün bizdeki siyaset anlayışı eleştiriden hoşlanmayan, kendisine tam anlamıyla biat edilmesini isteyen bir anlayış. Hükümet bir aydının kendi ilkeleri doğrultusunda yaşamasına, yazmasına tahammül edemiyor, bundan haz etmiyor. Türkiye’de bugün neler konuşulamaz dediğimizde gittikçe uzayan bir listeye sahip olmaya başlıyoruz.
• Bugün yazılamayanlar listesinde neler var?
Bugün ‘yönetenler’in fikri takibini yapan bir basın var. Yönetilenlere ilişkin ise ancak parça parça haberler alabiliyoruz, satır aralarında olan biteni okuyabiliyoruz. Örneğin, Deniz Feneri e.V. davası yazılamıyor. Davanın üstüne giden yargı heyetinin başına gelenleri biliyoruz, ancak bu konuda tek satır yazamıyoruz. Nakil sırasında cayır cayır yanan beş mahkûma ilişkin ne yapıldı, bilmiyoruz. Ya da bir AK Parti belediyesi olan İkitelli’de servis minibüsünde boğulan kadınlar için yağmuru suçlu bulan dava sürecine dair kaç satır yazıldı? Afşin Elbistan’da toprak altında cesetleri çürüyen madenciler veya Tuzla’daki işçiler… Son olarak Uludere’de olanlar... Siz bir yandan ‘çoğulcu, açık toplum’ lafları ederken öte taraftan ‘gizlilik’ kararlarıyla gerçeğin ne olduğu sorusunun sorulmasına engel oluyorsunuz. Basın, AK Parti’nin bir çevre partisi olarak iktidara gelmesinin ardından Türkiye’nin fotoğrafında mağdur resmi göstermeyi bırak-tı. “AK Parti iktidarsa mağdur yoktur” mantığı, tüm mağduriyetlerin üstünü örtmüş durumda.
• Siz AK Parti’ye dair en çok umut besleyen yazarlardandınız. Sizce bugün ne değişti?
AK Parti, AB reformlarının ilk üç yılında çok önemli işler yaptı. Bunlar Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok ö-nemliydi ve her biri sessiz devrim niteliğindeydi. O zamanlar AK Parti’nin demokratikleşme adına derli-toplu bir reçetesi vardı ve en önemlisi, rejim kendisine muhalif muamelesi yapmaya devam ediyordu ve ben bütün bu süreçte AK Parti’yi hep destekledim. Fakat seçim öncesi dönemlerde MHP oylarını almak için muazzam bir milliyetçi yüz takındığında işin renginin farklı olduğunun ipuçları vardı aslında. Net ve ilkeli bir parti olmaktan uzaklaşma anlamında okunması gereken icraatlardı bunlar. AK Parti bir türlü “Benim a-macım mağdur yaratmayan bir devlet, başörtüsü de, ruhban okulu da, cemevi de bunun içinde” cümlesini kuramadı.
En önemli meselenin rejimi demokratikleştirmek olduğunu AK Parti anlamadı ya da anlamazdan geldi. 30 yıldır devam eden bir 12 Eylül rejimi var. Siyaset bunun ortadan kaldırılması konusunda kararlı, ilkeli davranmıyor. Anayasa konuşulsun isteyen siyaset, Siyasi Partiler Yasası’ndan sıkıntı duymuyor. Tüm siyaseti hâlâ faşist, darbeci beş generalin oluşturduğu yasa belirlerken bunu değiştirmek için bir çaba sarf edilmiyor.
• AK Parti politikasının ken-disi için intihar olduğunu söylüyorsunuz…
Siyasetin amacı değişim değil, oy oranını yukarı çekmek. Bu müthiş bir ilkesizlik ve çifte standart. Siyaset, temel hak ve özgürlükler üzerinden değil, din, ırk, mezhep üzerinden oy alırsa hukuk sistemi işlemiyor. Bu partiler birbiriyle sistemin temel meseleleri üzerinden itişip kakışmıyor. Antidemokratik olan ve fakat siyaset sınıfının işine gelen her şey, olduğu gibi kalmaya devam ediyor. Evet, askeri vesayet bu ülkede var ve yasal olarak da bu vesayeti kıracak değişiklikler yapılmadı ama aynı zamanda 12 Eylül rejiminin getirdiği askeri vesayetin ikiz çocuğu olan bir sivil vesayet de var.
AK Parti, devleti değiştirmek yerine ele geçirmeye çalışıyor. Bunu yüzde 50 gibi bir oy oranıyla yaptığı için kendisine çok fazla güveniyor. Sistem konusunda en ufak bir değişiklik yapmıyor ve jestlerle yetiniyor. Hiçbir yapısal değişim yapmadan, sadece mevcudu ele geçirmeye yönelik bir anlayış çok sakat. Cami-kışla arasındaki kavgayı bir demokratik cumhuriyet lehine taşımak yerine, rövanşist bir kavga ayarında tutmaya neden oluyor. İktidarın camide mi, kışlada mı kalacağının muhasebesini yapıyor. Bütün bunlar geriye dönüşü çok kanlı olabilecek bir başka ihtimali kendi içinde barındırıyor. Özal döneminde inanın bugün yaşadığımız tartışmalardan çok daha ileri tartışmalar yaşadık ama 28 Şubat darbesine engel olamadık. AK Parti bunu unutuyor. AK Parti’nin politikası aynı zamanda bir intihardır. Devleti ele geçirme mantığı çökmeye mahkûmdur.
• Uludere katliamının Ergenekon’un AK Parti’ye attığı bir gol olduğunu söylüyor ve tuzak olarak değerlendiriyorsunuz. Neden? Madem tuzak ve AK Parti’nin olanlara bir dahli yok, neden bunu ifşa etmek yerine üzerini örtmeye çalışıyor?
Çünkü AK Parti’de devletin bir organizma olduğu anlayışı yok. Siyaseti, “bana yakın adamlar” ve “uzak olanlar” ikiliği üzerinden tahayyül ediyor. Sanıyor ki kritik noktalara kendi adamlarını yerleştirirse devleti ele geçirebilir. Bu en büyük tuzaktır. AK Parti bunu yapıyor. Üslubunuz da bu zihniyet üzerinden şekilleniyor. Ergenekon, Uludere ile AK Parti’ye inanılmaz bir gol attı. Fakat bu golü içine sindirecek, mağlubiyeti ifade edecek bir hükümet olmadığı için, yaşananın üstünü örtmeye çalışıyor. “Uludere’ye sahip çıkanlar şehitlere niye sahip çıkmıyor” demek dehşet verici bir beyan. Bir ülkenin başbakanı olarak ölümlere vatandaş kavramı üzerinden değil de, polis, asker, Kürt, Türk gibi mevcut hiyerarşiler üzerinden bakmak, eşitsizliğin en net ifadelerinden biri.
• Bu durumu aynı zamanda “Ankaralılaşmak” olarak tanımlıyorsunuz…
Benim Ankaralılaşma dediğim şey tam da budur. Değişim değil, iktidar için çaba harcamak demektir.
• Uludere’den sonra Ergenekon’un ikinci golünün Dink davası kararı olduğunu söylüyorsunuz. Dava sürecinde hükümetin cinayette sorumluluk ve ihmalleri olan kamu görevlilerini koruyup kollamasını, hatta terfi ettirmesini bir yana bırakalım ve bu söyleminizi doğru kabul edelim. Sizin olmayan bir suçu ortaya çıkarmak en basit ve rasyonel davranış iken, AK Parti neden sürekli gol pozisyonu yaratıyor? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Karar, Ergenekon’un sapasağlam yaşadığının dehşet verici somut belgesidir. Bize “Bu cinayet kahvede pişpirik oynayan çocuklar tarafından işlendi” deniliyor. Bu çok komik. Bu konuda bence en doğru yorum “Ülkücü, milliyetçi bir derin devletle siyasi iktidarın işbirliği” olduğudur. Hrant bir devlet cinayetine kurban gitti. Bu çok açık ve net. Bir koalisyon var, bunu biliyoruz. Hükümet “Ben devlet içi odakların cinayet işlediği bir devlet istemiyorum” deseydi, bunu ilkesel olarak kabul etseydi, bu cinayeti çözerdi. Oysa, her zaman olduğu gibi, davaya da ‘benim adamım, senin adamın, koalisyonun adamı’ mantığıyla yaklaştı. Siz devleti bir mahalle anlayışıyla yönetirseniz, Hrant Dink cinayeti de, diğer siyasi cinayetler de çözülemez. Cinayette ihmali ve sorumluluğu olan hiçbir görevliye bu hükümet dokunmamış, hatta terfi ettirmişse, şimdi nasıl bir adaletin ortaya çıkmasını bekleyebilir ki?
Teorik olarak bu devletin kendini yeniden inşası ancak dava sürecinde ortaya çıkacaktı. Bu devlet, davayla kendini toplum nezdinde yeniden güvenilir bir hale getirebilir- di. Vatandaşına “Biz katillerin hepsini yakaladık ve cezalandırdık. Çünkü sizin yaşam hakkınız bana emanet ve ben bunu koruyorum, bana güvenin” diyebilirdi ama olmadı. Görevini yerine getirmeyen siyaset şimdi devlet duygusunun tekrar inşası için yeni adresler gösteriyor. Yok Yargıtay’dan karar dönecekmiş, yok temyiz edilecekmiş falan filan… Tüm bunlar, cinayetin altyapısı yargı sürecinde, yani 301 yargılamaları sırasında hazırlanmamış olsaydı inandırıcı olabilirdi ama şimdi maalesef…
VAN’DA KÜRESEL VİCDAN YEREL VİCDANIN KURBANI OLDU
Yeni teknolojiler, buluşlar, iletişim; hayata ırk, din, mezhep üstünden değil, insan üstünden, tanımlı coğrafyalardan değil, yerküre üstünden bakmayı geliştiriyor. Biz, yerkürenin 7 milyar canlısından biriyiz, dünya vatandaşıyız ve vicdanımız o 7 milyar insanın her birinin değerinin önemine vakıf olmaya doğru gidiyor. Yeni kitabım ‘Küresel Vicdan’, 2004’te Güney Asya’da 283 bin insanın ölümüne yol açan deprem ve tsunaminin ardından sorduğumuz ‘Felaketlerin çaresi bulunduğu halde, neden uygulaması herkesi kapsamaz’ sorusuyla başlıyor. Bölgede bir ABD üssü var ve o üs, tsunamiye karşı insanları uyaracak teknolojiye sahip ama buna rağmen bölge ülkelerini uyarmadı. “Bu sistemi çalıştırmamanın ve o kadar insanın ölümüne sebep olmanın vicdanı nedir?” sorusuna yanıt arıyorum.
Kitap piyasaya çıktığında Van depremi oldu. Sistemin vicdansızlığını gördük; siyasal iktidar, 2002’den bu yana Kamu İhale Yasası’nı 20 kez değiştirip dönüştürdü. Siyaseti finanse eden, dolayısıyla rahatlıkla hırsızlık yapan müteahhitlerin yolunu açtı. Siyasetçi, hırsız müteahhit ve bunların denetimi altındaki bürokrasi nedeniyle orada yüzlerce insanımız öldü. Dediğim anlamda bir küresel vicdanın burada hükmü olsaydı ne bir bina yıkılırdı, ne de bir insan ölürdü.
Öte yandan depremin ardından küresel vicdanın en güzel örneklerinden birinin yerel vicdan tarafından nasıl kurban edildiğini gördük. Japon doktoru yerel vicdansızlıkla bir otelde öldürdük. “Bütün insanları vatandaşımız olarak görebilecek miyiz?” Esas soru bu. Kurtuluşumuzu sağlayacak küresel vicdanın oluşup oluşmamasını da, bu soruya vereceğimiz yanıt belirleyecek.