‘Irkçılık ve milliyetçilik farklı kavramlar’

Emre Can Dağlıoğlu, Mandela’nın ölümüyle Türkiye’de tekrar gündeme gelen ‘ırkçılık’ kavramını Prof. Sinan Özbek’le konuştu.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

Nelson Mandela’nın ölümüyle birlikte, özellikle Hürriyet’in zamanında Mandela için attığı ‘Çirkin Afrikalı’ manşeti üzerinden ırkçılık tartışması bir kez daha gündeme geldi. Aynı faşizm ve diktatörlük kavramları gibi kullanım enflasyonu yaşayan ırkçılık kavramını, bu konu üzerine çalışan Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Sinan Özbek’le konuştuk.

  • Çok temel ama sürekli birbiri içine giren kavramlarla başlayayım. Milliyetçilik ve ırkçılık nedir?

Irkçılık ve milliyetçilik çoğu zaman yan yana kullanılan iki kavram. Aralarında da kuşkusuz bağ var. Ancak iki kavramın birbirinden farklı olarak neyi anlattığı silikleşiyor, bilinmiyor. Bu sadece Türkiye’de değil, hemen her yerde böyle.

Irkçılık ve milliyetçiliğin ortaya çıktığı zemin ortaktır. Her iki ideoloji de, içinde türedikleri üretim ilişkisinin yerleşmesine, devam etmesine hizmet eder. Ama bu iki ideoloji, içinde türedikleri üretim ilişkilerinin farklı sorunlarına çare üretir, bu sorunların aşılmasını sağlar. Bunu daha açık ve vurgulu şekilde ifade edeyim: Irkçılık, en temelde kapitalist toplumda köle emeği kullanılmasını meşrulaştırmanın ideolojisidir. Çağımızda köle emeğinin yerine, değişik etnik kökene sahip işçilerin konumu geçmiştir. Yani ırkçılık; egemen ulusun dışında kalan göçmen işçilerin ya da farklı etnik kökenden işçilerin aldıkları ücretlerin eşit olmaması, daha düşük olması ve yaptıkları işlerin daha düşük nitelikte olmasını meşrulaştırmayı sağlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ırkçılığın ortak bir kökene sahip olmayan insanlara yöneldiğidir. Irkçılık ulusal sınırlar içinde işlev üstlenir.

Milliyetçilik ise aynı üretim ilişkisi içinde en temelde, emek gücünü satmak zorunda olan insanları sisteme bağlamanın ve teritoryal sınırlarda bir devlet oluşturmanın etkili ideolojisidir. Bu demektir ki milliyetçilik, onu kullananların ortak bir geçmişe ve kökene sahip oldukları insanlara yönelttiği ideolojidir. Milliyetçi ideolojinin temel işlevlerinden biri, ulusal sınırın dışındaki savaşları gerekçelendirmek ve geniş halk kitlelerini savaş için seferber etmektir.

Bu söylediklerime bir başka noktayı da ekleyince sorunuza verilecek cevap netleşir. Irkçılık, milliyetçilik zemininde ortaya çıkan bir ideolojidir. Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkisi içinde, ırkçı ideolojiyle meşrulaştırılabilecek bir durum ya da aşılacak bir sorun oluştuğunda, milliyetçilik zemininde ırkçı bir dönüşüm yaşanır. Bir başka cephesiyle söylersem, Balibar’ın da söylediği gibi, ezilenlerin kurtuluş milliyetçiliği, ezenlerin fetih milliyetçiğine dönüşür. Nitekim böyle bir dönüşüm Türk milliyetçiliğinde de yaşanmıştır.    

  • Cumhuriyet tarihinde ırkçılık anlayışı dünden bugüne bir evrim geçirdi mi?

Evet. Başlangıçta daha çok gayrimüslim topluluklara yönelmiş bir ırkçılık söz konusu. Ama bu ifadeyi detaylandırmak gerekir. Bunun Müslüman-Türk bir sermaye sınıfı inşa etme süreciyle açıklanabileceğini düşünürüm. Bu pratik olarak, sermayenin bir el değiştirme sürecidir. Şaşırtıcı gelebilir ama Ermenilerin bu süreçte nasibine düşen öylesine boyutlu bir barbarlıktır ki, ekonomik etkinliğin dışına atılmalarına, sermayeden soyulmalarına eşlik eden bir ırkçı ideolojiye dahi önemli oranda ihtiyaç duyulmamıştır. Bu kadar olmasa da, Rumların durumu da aşağı yukarı benzerdir. Ben, Türkiye’de klasik anlamada ırkçılığın Yahudilere yöneldiğini düşünürüm. Yahudilerin sermaye ilişkilerinden uzaklaştırılması süreçlerine, tam da Batıda gördüğümüz türden bir ırkçılık eşlik ediyor. Yahudiler, Rumlar ve Ermenilerin kırıma uğratılması ve ekonomik etkinliğin dışına atılmasıyla oluşan boşluğu dolduruyor. Bu da, Cumhuriyet’in ne istediği ne de beklediği bir sonuç. Ermenilere ve Rumlara yönelen katliamları temellendirmek, meşrulaştırmak için kullanılan retoriği, Yahudilere uygulamak mümkün değildir. Değildir, çünkü Yahudilerin Türkiye’deki tarihleri farklılık gösterir. Yahudilere yönelik ırkçılık, Batı’dan kopyalanmış ve teorik olarak çalışılmış bir ırkçılıktır. Canlılığını günümüze kadar korumuş bir ırkçılıktır.

Bu ırkçı pratiklere muhakkak Romanlara yönelik olan eklenmelidir. Romanlar ulus-devletin ömrü boyunca aşağılandı, dışlandı. Bu dışlama süreçlerine, ırkçı retorik eşlik etti hep. Ama günümüzde toplumsal hayatta kendini bütün ağırlığıyla duyuran, Kürtlere yönelen ırkçılıktır. Her ne kadar Kürt ulus bilincinin gelişmesi, Kürtlere yönelen ırkçılığı görünür hale getiriyorsa da, Kürt işçilerinin ülkenin batısındaki emek piyasasını girmesiyle klasik ırkçı retorik de varlık alanı buluyor.

Türkiye’de ırkçı pratik ana hatlarıyla böyle işlerken, Türk ırkçılığının teorisyenleri de kendilerini yeniliyorlar. Sanıyorum, ilk Türk ırkçısı Ali Suavi’dir ve daha çok Türk ırkçılığının teorik inşasıyla meşguldür. Örneğin, Türklerin askeri ve siyasi bakımdan diğer halklardan üstün olduğunu savunuyor. Bunun gibi Türkçenin dünyanın en mükemmel dili olduğunu ve Avrupa dillerini de geride bıraktığını söylüyor. Daha sonra Türk ırkçılığının bayrağı Cevat Rifat Atilhan’ın elinde yükseliyor. Atilhan, 1930’lu yıllardan başlayarak bizzat Almanya’nın faşist ırkçılarından alınmış görüşleri Türkiye’ye taşıyor ve uyguluyor. Yine aynı Atilhan, Trakya Yahudilerinin 1930’larda başına gelenlerin hazırlayıcısı olmakla övünüyor.

  • Peki, Aleviler, Ermeniler, Rumlar ve Kürtlere yönelen ayrımcılık, ırkçılık kabul edilemez mi?    

Bakın; her baskıcı rejimin faşizm olarak adlandırılamayacağı gibi, her dışlama pratiği de ırkçılık olarak adlandırılamaz. Tarihin gerilerine kadar uzanan bir dışlama pratiğinin ırkçılık formuna dönüşmesi için, bu dışlamaya uğrayan insan topluluğunun ekonomik alanda rekabet edebilen homojen bir güce dönüşmesi gerekiyor. Bu, o halkın kendine biçilmiş eski rolleri artık kabul etmediği ve bir kenara attığı anlamına da geliyor. Örnekle söyleyeyim: Ortaçağ’a özgü anti-Yahudilik, ırkçılık olarak adlandırılamaz, ancak ırkçı bir biçim alması, Yahudilerin ekonomik rekabet eden homojen topluluğa dönüşmesiyle başlıyor. Tarihte Yahudilere yönelmiş bu dışlama pratikleri ve retorik, bizdeki Alevilerin dışlanma pratikleriyle karşılaştırılabilir. Ama Alevilere yönelen dışlama pratiği de ırkçılık olarak tanımlanamaz. Yine de tarihin biz öğrettikleriyle diyebiliriz ki; Aleviler rekabet edebilen homojen bir gruba dönüşseydi, vay hallerine!

İşte gayrimüslim azınlıkların ve Kürtlerin durumu tam da bu tabloya uyuyor. Gayrimüslim topluluklar rekabet edebilen homojen gruplar teşkil ettiği için zaten ırkçı saldırının hedefine yerleşmişti. Şu rakamlar olguyu daha net kavramamızı sağlayacak: 1913 yılında sanayi işletmelerinin etnik gruplara dağılımı şöyle: %10 Osmanlı vatandaşı olmayanlar, %50 Rumlar, %20 Ermeniler, %5 Yahudiler ve %15 Müslüman Türkler. Bir de bugünkü tabloyu düşünün! Gayrimüslim topluluklar neredeyse ekonomik etkinlikten tamamen tasfiye edilmiş durumda. Ama onlara yönelik oluşturulmuş muazzam bir ırkçı retorik miras duruyor. Bunlar gerektiğinde Kürtlere uygulanıyor. Kürtler kendilerine biçilmiş rolleri yırtıp atıyor, iş piyasasında rekabet edebilen nüfus yoğunluğu olan, homojen bir güç olarak tarih sahnesine çıkıyor. İşte tam da bu nedenle, onların dışlanma pratikleri ırkçılık formunu alıyor.

  • Türkiye’de ırkçılığın siyahlara karşı olduğu gibi genel bir kabul var ve bu yüzden “Türkiye’de ırkçılık yoktur” deniyor. Bunu kabul etsek bile, Türkiye’de siyahlara bakış açısı nedir?

Irkçılık en azgın dönemi olan 16. yüzyılda, tam manasıyla biyolojik gösterenlere dayanıyor. Yani deri rengi üzerinden yapılan ırkçı tasnifler ortaya konuyor. Bu yüzden ırkçılığın bu başlangıçtaki haline “biyolojik ırkçılık” diyoruz. Bu biyolojik ırkçılık, işgal edilen Amerika’ya köle emeği olarak kullanılmak üzere taşınmış Afrikalı siyahlara yöneliyor. Bu ırkçılık, siyahların “alt insan olduğunu” anlatarak onların köleleştirilmesini açıklıyor, meşrulaştırıyor. Ve bu klasik biyolojik ırkçılık, Amerika’daki plantaj aristokrasisinin ideolojisidir ve kapitalist sistemde, bu sisteme ait olmayan köle emeği kullanılmasını meşrulaştırıyor.

Ama bir de “yeni ırkçılık” ya da “kültürel ırkçılık” dediğimiz ırkçılık var. Batılı düşünürler, bu ırkçılığın çağdaş bir ırkçılık olduğunu söylüyor. Bu ırkçılığı, “ırksız ırkçılık” diye tanımlıyorlar. Ne demek bu: Artık yeni ırkçılık, eski klasik biyolojik ırkçılık gibi biyolojik özelliklere işaret ederek işlemiyor. Bu ırkçılık, kültürler arasındaki farka vurgu yaparak işliyor. Kültürler arasındaki farkın aşılamaz olduğunu söylüyor. Şimdi bu söylediklerimle ırkçılığın sadece deri rengine işaret ederek işlemediğini ortaya koymuş oluyoruz. Yani ırkçılık olması için illa da siyahlara yönelmesi gerekmez. Böyle olsaydı siyahların yaşamadığı yerlerde ırkçılık olmadığını söylememiz gerekirdi. Mesela Japonya’da azgın bir ırkçılık var ama hedefinde siyahlar yok.

Ben Türkiye’de ırkçılığın ilk gününden beri bir “kültürel ırkçılık” olduğunu savunuyorum. Bu görüşümle de Batı’daki meslektaşlarımdan farklı bir noktadan hareket ediyorum. Türkiye’de, tabii ki ırkçılık vardır ve bu biyolojik özellikleriyle egemen ulustan farklılık gösteren insanlara yönelmekten çok, farklı etnik kökeni olan insanlara yöneliyor.

Sorunuzun son kısmına gelirsek; Türkiye’de siyahlar iş piyasasında rekabet edebilen bir yoğunluğa ulaşırsa, son derece saldırgan ırkçılığın nesnesi haline gelecek. Hem de bu ırkçılık, Batı’da dile getirmekten artık utanılan, biyolojik ırkçılığının en azgın argümanlarını kullanmaktan çekinmeyecek. Şu haliyle bile siyahlar, birçok kirli işi yapmakla itham ediliyor.        

Kategoriler

Şapgir