Melınkoli Men

Orhan Berent, gençlere ‘melankoli’ dersi verircesine, hayatındaki aşklardan bir kesit anlatıyor.

ORHAN BERENT

“when all the stars are falling down”

1970’lerin başıydı. Ablamla Çeşme’nin sokaklarında dolaşırken duymuştum bu şarkıyı ilk kez, ses turistlerin olduğu bir kafeden geliyordu. O sıralar ablam birisine âşık mıydı bilemiyorum ama beni durdurup, “Sus biraz, ‘Melancholy Man’ çalıyor, onu dinleyelim” demişti. İnsanı ilk duyduğunda saran, tekerlemeye benzer garip bir melodiye sahipti. Sonra sonra birçok yerde duydum bu şarkıyı. Paul Mauriat da, bunu aranje edip orkestrasıyla harika bir şekilde yorumlamıştı ve bu şarkı, yerli filmlerde, romantik sahnelerin olmazsa olmaz en bilindik fonlarındandı. Fakat şarkının asıl sahibi İngilizlerin Moody Blues adlı topluluğuydu ve grubun kurucularından Mike Pinder bestelemişti. Pinder, 1978’de Octave adlı albümden sonra, grubu terk edip müziği bırakmış ve Amerika’ya yerleşmişti. Kim bilir, belki de, bu şarkıdan sonra başka şarkılar yazmanın zamanla anlamsız geldiğini fark etmişti. Şimdiki kuşak, bu şarkıyı Kaybedenler Kulübü (2011) filminde duydu ve şarkı, tekrar popüler oldu. Fakat sana bir şey söyleyeyim mi delikanlı… Sakın karşıma “Abi ben melankoli adamıyım, ıssız adamım” diye gelme olur mu? Kalbini kötü kırarım inan. Biz Melancholy Man’i filmlerden öğrenecek değiliz (!)

1990’lara doğruydu. Avukattı, arazi davalarına giriyordu, başarılıydı da. Beni yanında götürdüğü yemeklerde, hep kelli felli adamlar, hatta kimi zaman kaymakamlar, belediye başkanları bile bulunurdu. Restoranlar, beni bunaltacak kadar seçkin, konuşmalar ise iç sıkıcıydı. Ben pek katılmazdım, susardım. Son model arabalardan laf açıldığında, bir zamanlar sahip olduğum tüplü Şahin pek demode kalacaktı çünkü. Zaten arabalardan da hiç anlamazdım. Bir gece evimin önünden çalındığında da, hiç üzülmemiştim. Avcılık, balıkçılık, yatlar, tekneler, bilmem neredeki yazlık arsaların fiyatları da beni ilgilendirmiyordu. Sadece çok kitap okurdum ben. Onlar pek okumuyorlardı anlaşılan. Bu yüzden “Sen de konuşmalara katılsana” lafına pek kulak asmıyordum. Ben onu başkaları için sevmemiştim ki… Hem kalabalıklardan da hoşlanmazdım. Seveni çok ama seyircisi az bir takımı tutuyordum, Altay! Her on beşte bir, pazar günleri maça giderdim ve tribündeki herkes birbirini tanırdı. Akraba gibi bir şey olmuştuk. Tenha, kendi halinde, öylesine...

“another man is what you'll see, who looks like you and looks like me”

Hep ben ona giderdim, o ise ilk kez evimize gelecekti. “Senin yaşadığın, soluk aldığın, vakit geçirdiğin yerleri görmek istiyorum.” Böyle diyor, afili laflar sarf ediyordu. Avukattı tabii ki, o söylemeyecekti de kim söyleyecekti? Dışarıdan eski apartmanımızı ilk gördüğünde, “Oooo, pek de güngörmüş bir mimari tarzı, retro ve antikaya bayılırım” demişti. Benim pek umurumda değildi binamızın güngörmüşlüğü. Ablam, o günün şerefine kekler, börekler yapıp getirmişti. Annem de, sakin sakin “Belki bu kadın, bizim oğlanla evlenir” umuduyla onu inceliyordu. Onun ise çevresinde gördüğü her eski eşya ayrı bir ilgi kaynağıydı. Salonumuzdaki bir ayağı topal berjer koltuk, doktor bilmem kimin 1930’lardan kalma kurtlanmış ceviz çalışma masası, dedemden miras kenarı kırık seramik başlıklı abajur, gümüşleri çoktan kararmış şamdan, büfenin üstünde duran lambalı eski tip radyo, kafam kadar kocaman iki pirinç kül tablası… Eh, kahve ikram ettiğimiz ve eksile eksile takımı çoktan bozulmuş fincanlar da Çekoslovak malıydı galiba… İpincecikti porseleni, tıpkı onun gibi...

Düşünüyorum da, ilk sorun lambalı radyo yüzünden çıkmıştı sanırım. Merakla üzerine eğilip incelerken, altından kibrit kutusu büyüklüğünde bir sarı böcek fırlamıştı. Korkmuştu. Salonda turlayan böceğe dehşetle bakıp, “Biri şunu yakalasın!” diye çığlığı basarken, annem gayet fütursuzca ayağıyla cırt diye ezmiş, “Aman kızım, seni duyan da, eve aslan girdi zanneder” demişti. Pek de lakayt bir tavrı vardı annemin, şimdi şimdi farkına varıyorum. Ah Selma, sen bir de babaannemi görecektin, o da ayrı bir antikaydı. Çocukken, camlı büfenin içindeki nadide zücaciyeyi kurcalamayayım diye, o zamanlar çok korktuğum birkaç salyangoz ölüsü bırakırdı raflara, ödüm kopardı. “Seni küçük kamavor seni, karıştırma orayı burayı, kırarım bacaklarını!” Bebekken de beni bir zamanlar Halep’te kaybettiği çocuğunun yerine koyup annemden kaçırır, gizli gizli emzirmeye kalkarmış. Adı Hayganuş’tu ama biz onu Necmiye diye tanıtırdık dünya âleme karşı ve herkes öyle bilirdi. Az üçkâğıtçı değildik be…

Odamın pek görülecek bir tarafı yoktu, üstelik dağınıktı, lakin çok ısrar etmişti. Etrafta duran yığınla çizgi romanı gördüğünde ise, “Bu yaşta hâlâ Teksas, Tommiks mi okuyorsun?” demişti müstehzi bir tavırla. Ona pek bahsetmemiştim bu merakımdan ama öyleydi. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı sanki. Hâlbuki Dostoyevskiler, Turgenyevler, Kafkalar, Sartrelar, Camuslar arkada duruyordu. Rafları biraz eşelese, onları da görecekti. Şöyle demişti yine hafif alaylı: “Ben bu kitaplar artık yayınlanmıyor ve kimse okumuyor, şu salondaki böceğin de nesli tükendi sanıyordum. Kuzum hiç ilaç sıkmıyor musunuz oraya buraya?” Biraz bozulmuştum ama üstünde durmamıştım. Seviyordum. Hep iyi bir âşıktım ama iyi bir sevgili ya da iyi bir koca adayı olmadığım zaman içinde ortaya çıkıyordu. Zaten bir tanesi nevrotikti, ben askerdeyken intihar etmişti; bir diğeri, benden epey büyüktü, eski kocasına dönmüştü, bu da… Öfff ne bileyim, öyle işte...

O gece de beni yemeğe götürecekti aslında, beraber çıkacaktık. Rotaryenlerle mi ne, onlarla tanıştırmak için. Artık yavaş yavaş cemiyet hayatına karışmalıymışım ona göre. Ama neden bilinmez, şimdi vazgeçmişti götürmekten. Kapıda onu uğurlamak için yakası siyah kürklü paltosunu tutarken, biraz mahzundum o yüzden. Kürküne sinmiş parfümünü kokluyordum çaktırmadan. Şu an boynu ve ensesi nasıl da güzel kokuyordur diye aklımdan geçiyordu. Bayıltıcı, ağır ve baştan çıkarıcı. Tende beklemiş parfüm kokusu. Fırk fırk… Her kuytu köşesi değişik kokardı desem, ayıp olmaz değil mi? Teslim olurken de, kollarını geriye atardı, gözleri yarı kapalı. Ah, unutmak ne mümkün! Ama şimdi vedalaşırken öpmemişti. Hâlbuki öpmeyi de, öpüşmeyi de pek iyi bilirdi hınzır! O gittikten sonra, birkaç dakika öylece kalakalmıştım asansörün kapısında. Arpacı kumrusu gibi düşünüyordum. Galiba insanların hayatında derin izler bırakmayı pek beceremiyordum, çok kolay vazgeçebiliyorlardı benden. Salondan boş tabakları ve bardakları mutfağa taşıyan ablam ise benim o süklüm püklüm duruşumu fark edip seslenmişti: “Girsene içeri salak! Gitti işte. Kaldın mı iyot gibi açıkta...”

“i'm a very lonely man doing what i can”

Yirmi beş sene falan geçmiş aradan. Şimdi ara sıra bilgisayardan bu şarkının tek konser kaydını seyrediyorum. Justin Hayward’ın kısa bir gitar arpejinden sonra, Ray Thomas’ın flütü ve üstünde pembe depresyon hırkasıyla Mike Pinder arz-ı endam ediyor. Annem epey yaşlandığı ve artık pek yürüyemediği için sürekli uzandığı divandan, yan odadan sesleniyor: “Şarkı mı söylüyorsun oğlum, ne güzel... Söyle söyle... Müzik ruhun gıdasıdır...”

“I’m a melancholy man, that’s what i am”

Demiştim, garip bir melodisi var bu şarkının, tekerleme gibi. Ne uzuyor, ne kısalıyor. Ha ha ha, tıpkı benim gibi diyeceğim benzetmek gibi olmasın. Ve şimdi şunu söylemenin tam sırası aslında: Pupa yelken açık denizlerde yol almaktansa, kıyılarda dolaşmayı sevdim, orta karar bir hayat oldu benimkisi. Kesinlikle sızlanmıyorum, şikâyetçi de değilim, ben buyum… Tenha, kendi halinde, öylesine... Tavşan boku misali, ne akar ne kokar. Oh la la...

“wait and see”

Keyfim yerine geliyor. Değişmek ve değiştirmek için epey geç çünkü… Bir Erol Taş kahkahası fırlatıyorum gecenin sessizliğine. Annem, yan odada, yattığı divanda mecalsizce ellerini çırpıyor, eşlik etmeye çalışıyor şarkıya. O kimi zaman beni mutsuz zannediyor, hâlbuki hiç de öyle değilim. Dışarıdan seyretmek de güzeldi hayatı, ne yalan söyleyeyim…

“Ben melankoli adamıyım” mı demiştin delikanlı? Hâlâ ısrarlı mısın? O zaman bekle ve gör…

Kategoriler

Şapgir