‘Gezi sosyal bilimcinin kendisiyle yüzleşmesi için önemli bir fırsat’

Emre Can Dağlıoğlu, sosyologlar Emrah Göker ve Vefa Saygın Öğütle ile derledikleri Gezi ve Sosyoloji kitabı üzerine konuştu.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

Gezi üzerine çıkan daha eylemler sona ermeden çıkmaya başlayan kitap silsilesinin ardından, geçen hafta, Ayrıntı Yayınları’ndan önemli araştırma kitabı çıktı: Gezi ve Sosyoloji: Nesneyle Yüzleşmek, Nesneyi Kurmak. Kitabı derleyen sosyologlar Emrah Göker ve Vefa Saygın Öğütle ile kitabı, ‘sosyolojik’ kavramını ve Gezi ile seçimlerin ilişkisini konuştuk.

  • Herkesin birbirini Gezi’yi anlamamakla suçladığı bir ortamda, böyle bir kitap, bu toplumsal olayı anlamak yönünde bir adım diyebilir miyiz?

Emrah Göker: “Bir adım” tamlamasının altını çizersek, sosyal bilimcilerin ama özellikle sosyologların Gezi epizotunu (vaka silsilesini), bir araştırma nesnesi olarak kurabilmeleriyle ilgili bir tartışma, bir tefekkür mesaisi kışkırtmak istedik. Bu niyetimizde, kitabın başlığına da taşımak istediğimiz ama başlık için çok uzun bulunan “sosyolojikleştirme” kelimesi önemli. Birbirini Gezi’yi anlamamakla suçlayanlar, tam olarak kimler, hangi çıkarlar etrafında bu anlama veya anlamama iddiasını koz olarak kullanıyorlar bilemiyorum, ama Gezi üzerinden yapılan tartışmalarda sosyoloji zanaatı bir tür şamar oğlanı olarak kullanıldı. İngiliz ve Osmanlı sarayından miras kalan anlamıyla: O dönemde kralın/padişahın oğluna, onlarla birlikte büyüyen, çoğu kez soylu bir aileden gelen bir “kırbaçlanacak oğlan” atanırdı. Eğitmenler ileride Tanrı’nın Temsilcisi yahut Halife unvanı taşıyacak adama dayak atamayacakları için, çocuk/ergen prens bir kusur işlediğinde kırbacı bu oğlan yer, onunla duygusal bağı olan prensin ders alması umulurdu. Şimdi, ortada kral eğitmek gibi zor bir mesele var: Gezi’yi nasıl anlayacağız, açıklayacağız?

Bu açıklamaya kamu önünde derhal soyunanlara bakın, bunların çoğunu (ki aralarında her çeşit politik inanca mensup sosyal bilimciler de var) “kanaat teknisyeni” olarak adlandırmak mümkün. Bunların sosyolog olanları da, bir kez medya alanına davet edildiklerinde, mümkün olan en hızlı şekilde Gezi’yi anlatmak, anlamlandırmak gibi bir çağrıya icabet ettiler. Ama Gezi’yi sağdan yargılama veya soldan kutsama performansı sırasında, kanaatler çabuk üretilmek zorunda olduğu için, ortaya konan anlatının doğruluğunu haklı göstermeye sosyoloji alet edildi. Bu epizotun, sosyolojikleştirilmek yerine, yani mesleğin bilgi üretme protokollerine uygun olarak belirli araştırma soruları etrafında bir inceleme konusu haline getirilmek yerine, kendiliğinden sosyolojik olduğu iddia edildi. Kitaptaki bir cümlemizi, kışkırtıcı olmak adına, burada da tekrarlayalım: “Sosyolojik bilgi üretme protokollerine uygun olarak üretilmediği ve sınanmadığı müddetçe, hiçbir şey sosyolojik değildir.” Derleme için yazı çağrısını, Gezi’yi anlama telaşının kurbanı olduğunu düşündüğümüz sosyoloji mesleğinin itibarını kollamakla ilgili bir tartışma başlatmak niyetiyle hazırladık.

Vefa Saygın Öğütle: Dolayısıyla, kitabın Giriş’inde de vurguladığımız üzere, Gezi’yi sosyolojikleştirme ameliyesi bu kitapta da henüz gerçekleştirilmiş bir şey değil. Kitabı daha çok, bu ameliyeyi engelleyen tutumlara bir karşı çıkış olarak yorumlamak gerek. Çalışmanın bu anlamıyla oldukça iddialı olduğu söylenebilir kuşkusuz; ama öte yandan oldukça da mütevazı, zira kitabın, kapsamlı sosyolojik incelemeler aracılığıyla hızla geride bırakılmasını talep ve arzu ediyoruz. Bir tür yangın alarmı gibi düşünün.

  • Kitabın giriş kısmında bahsettiğiniz gibi ‘sosyolojik’ teriminin enflasyonuyla bir derdiniz var. Nedir bu terimin kullanılmasındaki sorun?

VSÖ: Her ikimizin de canını sıktığını fark ettiğimiz, ikili bir mesele var burada, iki tür kullanımda cisimleşen: “Sosyolojik gerçek(lik)” ve Gezi’nin (ya da herhangi bir şeyin) “sosyolojisi” lafızları. Burada, “sosyoloji”nin hem bir uzmanlık ismi, hem bir meşruiyet halesi, hem de bizzat nesnenin kendisi haline geldiği tuhaf bir durumla karşı karşıyayız aslında. Sosyolojiyi eğer kabaca “sosyalin bilgisi” olarak tanımlarsak, mesele ilk başta terminolojik bir karışıklık gibi görülebilir; mesela “sosyoloji”yi ciddi ciddi “taban”la eşitleyenler de var. Gelgelelim, “X’in böyle olduğu sosyolojik bir gerçekliktir” tarzı cümlelerde terminolojik bir yanılgının ötesinde (zira bir “gerçeklik”ten söz edilecekse, bu bir şeyin bilgisi değil, o şeyin kendisi olabilir, konumuz özelinde, “sosyal” gerçeklik) politik bir ihtirasın izlerini de net bir biçimde görmekteyiz. Burada, “iyi” siyaseti haklılaştırmak için onu “bilimsellik” halesiyle çevrelemek ve buradan politik fayda türetmek gibi bir motivasyon söz konusu. Bir şeyin sosyolojisinin olup olmadığı tartışmasında da benzer bir durum var; “sosyolojik olmak” gibi trajikomik bir ontolojik iddia bu ama aynı zamanda, bununla, bahsedilen şey her ne ise onun tarihsel ve toplumsal anlamda hem bir tabana hem de bir “bilimsel” meşruiyete sahip olduğunu iddia etme amacı güdülmekte.

  • Gezi’den sonra daha bir ay bile geçmeden kahramanlık ve analiz kitapları pıtrak gibi ortaya çıktı. O kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

EG: Gezi konusunda kitap basmakla ilgili motivasyonlar çeşitli. Topyekûn bir yargılama yanlış olur. Bizim hazırladığımız da dâhil olmak üzere, kolektif ya da bireysel olsun, her girişimin peşinde olduğu farklı bir etki, farklı bir çıkar ya da bir kültürel sermaye beklentisi var. Örneğin, bir görsel sanatçının konuyla ilgili hızla bir fotoğraf albümü çıkarma gerekçesi bir ölçüde haklı olabilir: Gezi’de kendiliğinden icra edilen bir estetik görmüştür, kendi fikirleriyle harmanlayıp paylaşmak isteyebilir; yahut hareketi desteklemek, propaganda katkısı vermek için çalışma yapar. Kutlayıcı yayınların çoğunda hareketin etkisini sürdürmek, yaymak, Gezi’yi politik-kültürel mirasa kaydetmek gibi kaygılar var. Ama şu da var, önceki söylediğimle aynı zamanda var: Gezi’yi yazılı neşriyatla temsil etme; bu temsilden, artık hangi alan içinde oynuyorsanız, akademi mi, kültürel üretim mi, sermaye devşirme arzusu. Ki bunu da, lanetlenmesi gereken bir şey olarak söylemiyorum. Her kitap kapağı, kapağa ve içindekiler kısmına dizilen her isim, bir performansın parçası sonuçta.

Gezi ile ilgili sosyal bilimsel analiz içerikli kitaplarda canımı sıkan şeyi söyleyeyim, ki zaten Vefa ile kitaptaki yazılarımızda da söyledik: Doğru, ahlaklı (“Gezi Ruhlu”) siyaset kendiliğinden iyi sosyoloji (yani iyi bilim) üretmiyor. Daha fenası, sosyolojiyi, Gezi Ruhlu siyasi inançları haklılaştırmanın aleti haline getiren yayınlara da rastlıyoruz. AKP’ye gömülü sosyal bilimciler, zaten olağan şüpheliler arasında, onlar da ellerindeki entelektüel cephaneyi, hükümet karşıtlarını itibarsızlaştırmak için harcıyorlar.

VSÖ: Politik angajmandan tamamen azade, bir tür eski usûl değerden-arınık sosyal bilimci imgesi değil tabii ki bahis konusu ettiğimiz. Mesele, çalışmanın kurucu kavramlarından birisi olan “yüzleşme”nin sosyoloğu bizzat kendi kanaatlerinden, kendi alanının ‘doxa’sından kopmaya ve sosyolojinin bilgi üretme protokollerini işletmeye sevk edip etmediğinde. Derlemedeki bütün yazıların bunu başardığını da söyleyemeyiz bu arada.

Analiz etmek, en basit anlamıyla, parçalarına ayırmak ve parçalar arasındaki ilişkiler üzerine odaklanmak demektir. Bu anlamıyla analizin, analitik akıl yürütmenin Gezi Ruhlu pek çok sosyal bilimcide Gezi’nin büyüsünü bozacağı, “ruh”unu kaçıracağı endişesi yarattığının farkındayım. İnsanlar, karşılarında beliriveren bu büyülü ânın anısını, analizin soğuk dehlizlerinde yitirmek istemiyorlar. Ancak etiko-politik temellerle de desteklenen “bütün olarak kavra!” buyruğunun, analizi engelleyen ve nesneyi mistifize eden özelliğinin yanı sıra, bizi kutsama/itibarsızlaştırma sarkacına sıkıştırdığını da görmek gerekiyor. Bir şeyi eleştirmek, onu ortadan kaldırmak anlamına gelmediği gibi, haklılaştırmak da açıklamak anlamına gelmiyor.

  • Kitabın alt başlığı ‘Nesneyle Yüzleşmek, Nesneyi Kurmak’. Bu başlık bize ne anlatıyor?

EG: Vefa ile sosyal teori konusunda topyekûn bir uzlaşmamız yok ama epistemolojik bir dert paylaşıyoruz: Sosyal-bilimsel bilgiyi üretmenin yollarıyla ilgili ikimizi de ikna etmiş bir pozisyona göre, araştırma nesneni dışarıda hazır bulmazsın, onu kurar, inşa eder, ona ne olduğunu, nasıl çalıştığını, neye sebep verdiğini açıklayabileceğin bir şey haline getirirsin. Bu pozisyonun doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki (her konuda kurulmak zorunda olmayan) köprülerden biri olduğunu düşünüyorum. Bir moleküler biyoloji çalışmasında, Floresan Akvite Hücre Ayırma cihazı da kullanıyorsan, bir antropoloji çalışmasında, Gezi eylemcileri arasında etnografi de yapıyorsan aynı: “Doğal halinde nesneyi alıp incelemek” diye bir şey yok. Sosyoloğun zanaatı da, bize göre tabii, araştırma nesnesinin birtakım kabuller ve beklentiler ve soyutlamalar yüklenerek, sosyolojikleştirilmesinden ibaret. Kitapta, Gezi ile ilişkili nesnelerle uğraşan farklı yazılara yer verdik, ikinci bölümde. Derlemede bütünlüğü olan bir araştırma programı önerme gibi bir niyetimiz olmadı. İlk bölümde de, “yüzleşme” konusuna değindiğini düşündüğümüz yazılara yer verdik. Gezi’nin bir parçası, taşıyıcısı ve sürdürücüsü, militanı, hatta sözcüsü olunmasıyla bir derdimiz yok ama her konuda uzlaşmasalar da, ilk bölümdeki yazılar şunu tartışmaya açıyor: Etnografın, sosyoloğun, antropoloğun kendisi, Gezi dolayımıyla, bu militan-sözcü olma haliyle nasıl yüzleşir?

VSÖ: Kitabın alt-başlığının, nesne ile bilgi-araştırma nesnesi arasındaki ilişkiye dair, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz felsefî bir arka planı var tabii. Ben şahsen, gerçekliğin katmanlı karaktere sahip olduğunu savunan eleştirel-realist bir ontoloji kavrayışına meyilliyim ve Gezi epizotu bana, içinde farklı (sosyal, psikolojik vs.) gerçeklik düzlemlerinde oluşmuş çoklu mekanizmaların bir arada işlediği bir olay gibi görünüyor. Sosyolojinin ve genel olarak sosyal bilimlerin görevi, bu anlamıyla, ilgili epizotun oluşumunda iş başında olan sosyal mekanizmaları teşhis etmek ve bana göre, kitabın ikinci bölümünde yazarlar buna uygun araştırma nesneleri inşa etmeye çalışıyorlar.

Yüzleşme meselesini ise tersten bir örnekle açmaya çalışayım. Gezi ile ilişkili olası araştırma nesneleriyle daha önce uğraşmamış, bu hususlarda uzmanlaşmamış bir sosyolog düşünelim, bu sosyolog, Gezi’yle bir angajman ilişkisi kuramaz mı? Tabii ki kurabilir, hele ki bu derece yaygınlık gösteren bir vaka silsilesinin bir parçası olması son derece olasıdır. Ancak bir sosyoloğun bir sosyal harekete katılması veya katılmaması, bir kaynak işçisinin o sosyal harekete katılmasından veya katılmamasından daha farklı, daha önemli değildir. Sosyolog, sosyolog olmaklığından hem politik itibar hem de bilimsel haklılık devşirme gayretine girmişse, işte orada bana göre bir bilim ideolojisi kol geziyordur. Ben burada, muhtelif pozitivizm varyasyonlarından temel alan “bilimsel politika” oksimoronunun doğum izlerini de görüyorum ve hem haklılaştırma hem de itibarsızlaştırma çabası içinde olan sosyal bilimcilerde bu izler aşikâr bir biçimde göze çarpıyor.

Öte yandan, eğer “yüzleşme”yi kabaca “refleksivite”nin karşılığı olarak kullanırsak, ben Gezi’nin sosyal bilimcinin kendisiyle yüzleşmesi (self-refleksivite) için de oldukça önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Bu denli yakıcı ve sosyal bilimcilere de toplumsal pozisyonları gereği sert bir biçimde çarpan bir vaka silsilesi karşısında sosyal bilimcinin mesleğin olmazsa olmazı olan self-refleksiviteyi tesis etmesi paha biçilmez bir değer taşıyor. Sosyologlarımızın, sosyolojinin “toplum” sözcülerinin acil ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir görevi olmadığını bir an önce hatırlamaları gerekiyor.

  • Gezi ruhu denilen kavram, bu bahsettiğiniz nesnelerden birisi midir?

EG: Kesinlikle öyle ama “kavram” kelimesini dikkatli kullanalım ve bu tamlamanın bir politik inşa olduğunu gözden kaçırmayalım. Haziran 2013 sürecinin Türkiye siyaset alanında birtakım (Nisan 2014 itibarıyla halen süren, örneğin “sandık sahiplenme” davranışına bakın) uzun soluklu, dönüştürücü etkiler bıraktığını sanıyorum çoğumuz hissediyoruz, gözlemliyoruz. Muktedire yamanmışlar da hissediyor ve itibarsızlaştırma mesailerini sürdürüyorlar. Eylem repertuvarlarına, sokağa çıkmanın sebep olduğu duygulanımlara, protesto ile parlamenter siyaset ilişkisine dair nesneleştirilmeyi bekleyen araştırma konuları var. Hatırlarsak, Max Weber, kapitalizmin ruhundan (Geist) bahsederken, aslında gayet somut bir şeyi, dinsel bir tür ahlakın ekonomik pratikle ilişkisini nesneleştirmeye çalışmıştı. “Gezi Ruhu” da bir tür toplumsal olana, politik olana dâhil olma ahlakıyla ilgili pratik bir şey ama yekpare bir şey değil.

  • Yerel seçimler sonrası, ‘Gezi’ veya ‘Gezi ruhu’ hemen yenilenler arasına kaydedildi. Peki, Gezi, gerçekten temsili olan ve oy oranlarına yansıyacak bir şey miydi?

EG: “Gezi Ruhu” her neyse, eğer bundan Haziran 2013-Mart 2014 arasında temel olarak beklenen, başta İstanbul’da (ikinci olarak Ankara’da, ancak daha sonra başka yerlerde) CHP oylarını artırıp CHP lehine AKP’yi yenilgiye uğratmak ise, bahsettiğin yenilgi yargısını haklılaştırmak mümkün. Gezi’de temsil edilen toplumsal gruplara dair inşa edilmiş çok sınırlı ölçüde veri var. Olan biteni gözlemlediğim ve Gezi katılımcılarıyla ilgili cılız çalışmaları incelediğim kadarıyla, kültürel sermaye alaşımı açısından eğitimli, tekno-okuryazar, büyükşehir habitatı ile bütünleşik, genç, orta veya orta-alt seviyede geliri olan bir grup, Gezi’nin sembolik mücadelesinde öne çıktı. Bu grup homojen biçimde CHP siyasetine sadık değildi, ama ister “yetmez ama evet” mantığı ile, ister “Atatürkçü” yatkınlıklar ile, İstanbul ve Ankara’da CHP zaferi isteyen kesimle büyük ölçüde kesiştiklerini düşünüyorum. Bu, ancak benim kanaatim olabilir, çünkü bilmiyorum, araştırılmasını umuyorum.

VSÖ: Bilhassa HDP’ye politik yatırımda bulunan ve benzer özelliklere sahip insanların da bu türden bir “yetmez ama evet” basıncını üzerlerinde hissettiklerini eklemek gerekebilir bu noktada.

EG: Tabii… Düşündüğüm şeyde siyaset-bilimsel açıdan doğruluk payı varsa, daha “solcu” gibi görülen Gezi’yi bir kenara koy. AKP’nin revizyonist Milli Görüşçü kadrolarıyla yakın zamana kadar organik dayanışma içinde olan Hizmet Hareketi’nin öncülüğünde yürüyen ses kayıtları ajitpropu da oy oranlarına yansımadı. Türkiye içinde % 60 civarında Sünni oyla temsil edilen bir ülke var, Menderes’ten beri işaret edilir, dönem dönem hangi beyliklerin bu ülkeyi pay ettiklerine bakılır. Gezi’nin temsil ettiği diğer ülke ile çok fazla kesişmiyor bu ülke. Dostlarım bana kızacaklar ama Müslüman anti-kapitalistler ne kadar kardeşimiz, yoldaşımız olurlarsa olsunlar, alandaki tahakküm altına alınmış, azınlıklaştırılmış konumları bizimkiyle aynı. TKP “bizim” % 40’lık ülkede kaç kişiyi ikna edebiliyorsa, onlar da kendi ülkelerinde aynı yerde duruyorlar.

Bir üçüncü ülke de Kürdistan. İstanbul ve diğer büyük illerin ilçelerindeki Kürdistanları da, tarihsel-coğrafî Kürdistan’ı da katarak toplam düşünelim. Sanırım çok tartışılmadı: Gezi’de Kürtler nasıl vardı, niye ne kadar vardı diye konuşulurken, yokluklarıyla ilgili HDP/BDP’nin zaafı umarım gündeme gelir. İstanbul’daki Kürt oylarının 2009’a kıyasla pek değişmeyen güzergâhı gösterdi ki, İstanbul Kürtlerinin çoğu Kürdistan’da değil, birinci ülkede yaşıyor. Ne barış süreci, ne yoksulluk, ne kentsel dönüşüm, ne de yolsuzluk onları HDP/BDP’ye politik göçe ikna etmiş değil. “Kürdistan Gezi’nin neresinde?” diye sorarken bunu da hesaba katmamız gerekiyor. Birinci ve ikinci ülkenin neresindeyse, Gezi’nin de orasındaydı.

VEFA: Tabii, Emrah’ın bahsettiği bu “üç ülke”nin tözsel bir ayrıma işaret etmediğini vurgulamak isterim. Zira bu, seçimleri belirli aralıklarla tekrarlanan bir tür doğa olayı gibi görme yanılgısına götürür bizi. Güncel seçmen tutumlarını ölçmeye dönük yaklaşımlar karşısında, yapısal birtakım özellikleri vurgulayan veri setlerinin sosyolojik analize faydası kuşkusuz daha fazla. Ama Wright Mills’in Lazarsfeld’e yönelttiği eleştiriden beri bildiğimiz üzere, ayrı seçimlerde aynı partiye verilen oyların motivasyonu pek çok konjonktürel farklılık arz edebilir, sosyoloğun bakması gereken bir şeydir bu. Sanırım Türk resmi tarihinin kopuşlu tarih anlatısı karşısında süreklilikleri haklı olarak vurgularken, zaman zaman çubuğun çok fazla bükülüp kırıldığı bir durumla karşı karşıya kalmaktayız.

Öte yandan, seçim sonuçlarının, Gezi’ye giydirilmeye çalışılan politik öznellikleri sorgulamaya açan bir yanı da var. Benim baktığım yerden, Gezi, Badioucü anlamıyla bir “olay” olarak görülmüyor mesela, bu kavram çok zikredildiği için söylüyorum bunu. Mitterrand, Le Pen’in iktidara gelme “tehlike”si karşısında, sandığa gelmeyen nüfusun yarısını neredeyse yalvararak çağırmıştı, hatırlanacaktır. Politikanın mevcut araçlarına karşı bu derin meşruiyet yitiminin, ki pek çok çalışmaya konu olmuştur, sebebi ’68 “olay”ı ve ona gösterilen “sadakat” idi. Seçimler gösterdi ki, burada tam ters bir durumla karşı karşıyayız ve bu, sembolik mücadelede öne çıkan “orta sınıf”a (her ne kadar içeriği muğlak bir kavramsı olsa da) ve onun verili tarihsel ve sosyal bağlamdaki özgün içeriğine dair önemli ipuçları barındırıyor.

Tabii bu dediklerim hep gözlemler düzeyinde ama yine de, Gezi’nin yekpare bir şey olmadığı hakkında bize bir şeyler söylüyor olması gerekir. Gezi’yi itibarsızlaştırma girişimlerinde karşımıza çıkan “darbeciler”, “beyaz Türkler” vs. gibi total başlık koyma çabaları zaten artık devre dışıdır. Ama öte yandan, “halk”, “işçi sınıfı” gibi, belirli politik aktörlerin inşa etmek ve içine yerleşmek istediği ‘topos’ların da nesnenin sosyolojik inşası açısından pek bir anlam taşımadığı ya da sadece müdahil politik aktörlerin nesneleştirilmesi çabasında bir anlam ifade edebileceği bu noktada açık olsa gerektir.

Kategoriler

Şapgir