Márquez ya da annem hakkında bazı şeyler

Engin Taşkaya, 17 Nisan günü kaybettiğimiz yazar Gabriel García Márquez’in ardından, hangi akımın öncülüğünü yaptığı ya da kitaplarında Güney Amerika’nın o destansı öykülerini nasıl başarılı bir şekilde anlattığını söylemek yerine kendi annesiyle, Márquez üzerine yaşadığı bir hikâyeyi aktarıyor bize.

ENGİN TAŞKAYA

Dünya edebiyatıyla, ya da şöyle diyelim, dünyanın kendisiyle yeni yeni tanışıyor olduğum zamanları kolay kolay unutamıyorum. Çok okunan ve hakkında yazılan, etrafta bahsi geçen kitapları ilk kez elime aldığım, göz attığım anların çoğunu hatırlıyorum hâlâ.

Yeni tanıdığım bir yazarın, henüz o yaşlarımdayken, benim yaşım kadar kitap yazmış olmasının beni çok etkilediği anları biliyor ve iyi bir kitabın, romanın ya da öykünün ne kadar zor yazıldığını tahmin ediyorum. Ve yıllar sonra yazarın, okuyucunun damak tadını zenginleştirmek için yüreğinden neler döktüğünü, azar azar eksilmenin ne demek olduğunun acısını kavrayabiliyorum artık. İşte, bunlardan bihaberken henüz, Gabriel García Márquez’in karşısına çıktığım ilk anlar da hatırımda. Dünyanın tadına bakmak, damak tadımı zenginleştirmek ve belki de dimağımda yaratacağım hem karanlığı hem de aydınlığı içinde barındıran gerçek bir orgazm için seçim yapmam gerektiğinin farkındaydım. Ufak tefek cep harçlıklarıyla dünyadaki bu sınırsız lezzetin sadece bir kısmına sahip olabileceğimi de pekâlâ biliyordum. Dünyanın lezzetlerini size sunmak için fahişelik yaptığından falan bahsetmiyorum ama. Bunlar şu anda yeri olmayan ve çok daha derin mevzular. Neyse, çoğu insan gibi, kendimi toy saydığım o zamanlarda, Márquez’in karşısına ilk çıkışım da, çoğu insan gibi Yüzyıllık Yalnızlık ile oldu. Ardından Kolera Günlerinde Aşk, Kırmızı Pazartesi, Albaya Mektup Yok ve Başkan Babamızın Sonbaharı geldi. Ancak bunlar belki başka zamanların öyküsü, belki de hiç anlatılmayacak ya da benim anlatmaya sizin de dinlemeye değer bulmayacağınız öyküler.

Márquez’in ölümünün ertesi gününde, onun hakkında bir yazı yazıyor olmanın ve eserlerini belki de hakkını vererek okumadığım düşüncesinin getirdiği huzursuzlukla, onun nerede doğduğu, hangi akımın öncülüğünü yaptığı ya da kitaplarında Güney Amerika’nın o destansı öykülerini nasıl başarılı bir şekilde anlattığını söylemek istemiyorum. Bunları belki başka birçok yerde okuyabilirsiniz. Başka bir öykünün anlatıcılığını yapmak istiyorum ben.

Yazarın kitaplarını alıp okumuş ve zaman, kitapların sayfalarını yavaş yavaş ortasından dışa doğru iyice sarartsın diye kitaplığa yerleştirmiştim. Annem elindeki kitabı bitirmiş olduğu gecelerden birinde “Geçenlerde ben bir kitap görmüştüm buralarda.” diyerek, Yüzyıllık Yalnızlık’ı rafından alma cesaretini gösterdi kendi kendine. Benim evde olmadığım zamanlarda kitaplığımı karıştırdığının az çok farkındaydım zaten. Memnundum. İyi bir edebiyat okuru sayılmazdı kendisi, ki ben de değilimdir diyeceğim size. Önceden hiç okuma alışkanlığı yokken, bizimle birlikte evde yavaş yavaş kazandığı alışkanlığını benim sürüklemelerimle devam ettiriyordu. Yıllardır okuyacağı kitapları genelde benden ya da kardeşimden ister, biz de ona okuduğumuz ve okurken onu sıkmayacağını düşündüğümüz, mümkün mertebe yabancı isimler ve terimlerden uzak duran kitaplarla tanıştırıyorduk. Ama gelin görün ki kitaplığımdan kendi seçtiği ilk kitabında son derece dikkatli bir okur isteyen, sadece üç kuşağı anlatırken bile bir soyağacına ihtiyaç duyan ve içinde José, Arcadio, Aureliano ve Buendia isimlerinin cirit attığı bir kitabı alma hatasına düşmüştü. Ben hâlâ toyluğumun kanıtını gösteren bir küstahlıkla “O sana biraz ağır gelebilir, bazı yerlerde isimler çok karışıyor.” gibi bir şeyler gevelemiştim karşısında. Yine de aldı. Gel zaman git zaman annem biraz ilerlemiş ve kitap okurken aynı küstahlıkla kafamı uzatıp sordum bir gece “Nasıl gidiyor, karakterleri aklında tutabiliyor musun?” diye. Baktı ve bana isimleri aklında tutmasına gerek duymadığını, genel olarak karakterlerin başına gelen olayların onu daha çok ilgilendirdiğini söyledi. Birden dank etmişti kafama. Sessizce çekilip onu kitabıyla baş başa bırakırken aklımdan şunları geçiriyordum diyebilirim: Dünya, aslında José’ymiş ya da Aurelino’ymuş kimin üzerinde yaşadığıyla öyle çok da ilgilenmiyor değil mi? O hep tazecik güzelliğini yeni doğan insanların her birine sunuyor. Her biri o eşsiz sonsuzluktan kendi payına düşen sevgi ve sefaleti alıyor. Yeniden yeniden ve durmaksızın… Şöyle yazmıyor muydu Márquez de, Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk paragrafında; “… Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.” Bir kez daha bana toyluğumu ve benim için dünyanın hâlâ çiçeği burnunda olduğunu gösteren annem ve kitaplarının ilk paragraflarına çok önem veren Gabriel García Márquez için, sonsuz bir yeniyetmelikle…

Kategoriler

Şapgir