Kafası Net Bir Vegandan Cevaplar

Üç yıldan uzun zamandır vegan aktivizm yapan bir vegan olan Gülce Özen Gürkan, Mustafa Canpolat’ın şapgir’de yayınlanan ‘Kafası Karışık Bir Veganın Soruları’ yazısında sorduğu soruları cevaplıyor.

GÜLCE ÖZEN GÜRKAN
direnvegan@gmail.com

Bir süre önce Mustafa Canpolat’ın veganlığa dair sorularına rastladım. Uzun zamandır vegan aktivizm yaptığım için soruların soruluş biçimi ve içeriğinden Canpolat’ın hayvan meselesine dair nasıl bir bilgilendirme ışığında (ya da bulanıklığında) vegan olduğunu anladım ve bu bilgilere rağmen vegan olabilmesine çok sevindim. Mustafa Canpolat’ın sorularını, hem kendisi hem de kafası karıştırılmış diğer tüm veganlar için cevaplamak istiyorum.

Öncelikle veganlar ve henüz vegan olmayanlar arasında dolaşan yanlış bir terimi düzeltelim: Veganizm diye ‘bir’ şey yoktur, veganlık vardır. İngilizce’de ‘–ism’ eki oldukça geniş kapsamlıdır ve Türkçe’de hem ‘–izm’ hem de ‘–lik’ eklerinin karşıladıkları anlamları karşılamak üzere kullanılır. Türkçe’de bu iki ek, iki farklı bağlama hizmet eder; veganizm, veganlığın kendisini temel alan bir akıma işaret eder ve akımın asıl gerekçesini, yani hayvan haklarını akımın alt başlığı haline getirir. Veganlık ise, tıpkı insanlar gibi hissedebilir canlılar olan hayvanlara insanlar tarafından mülkleştirilmeme ve kaynak olarak görülüp kullanılmama temel haklarını iade etmenin temel aracı ve asgari gerekliliğine işaret eder. Yani veganizm bir inanç ya da ideolojinin kendisi anlamına gelmekte, veganlık ise hayvan hakları meselesiyle gelen asgari sorumluluğu ifade etmektedir.

Canpolat’ın ilk soru paragrafı şöyle:

Veganların etik duruşu “sadece” hayvanlarla mı ilişkilidir-değil midir? Veganlar, hayvanların “sahip oldukları özgürlüğün” onlara geri verilmesi gerektiğini savunur mu, savunmaz mı? Bazı hayvanların özgürlüğünü savunmak (sirklerde, spor aktivitelerinde hayvanların kullanılmasına, öldürülmesine, etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden faydalanılmasına, vs. karşı olmak), bazı hayvanların kısırlaştırılmasına, bazı hayvanlara tasma takıp bazılarının evlere hapsedilmesine göz yummakla, bazı kök bitkileri, sebzeleri (havuç, turp, vs.), çekirdeklileri (salatalık, domates, vs.) tüketerek yeni canlıların üremesini imkânsız kılmakla, B12 vitamin haplarını (B12 vitamin haplarının kaynağı bakterilerdir; bakteriler tek hücreli mikroorganizma grubudur, yani canlı varlıklardır) kullanmakla çelişir mi, çelişmez mi?”

Veganların etik duruşu “sadece” hayvanlarla ilgilidir; çünkü hayvanlar “sadece” kendileriyle ilgili bir etik duruşun varlığına fazlasıyla ihtiyaç duyacak kadar uzun bir zamandır tüm dünyada mülk muamelesi görmekte ve hissedebilir canlı mülkiyetinin işaret ettiği üzere köleleştirilmektedir. Bu köleleştirme binyıllar içinde düzenlenmiş, evcil türlerin yaratılması suretiyle doğada diğer türler kadar kolay hayatta kalmayan bazı hayvan türleri geliştirilip insana bağımlı hale getirilmiş, böylece “onlar bizsiz olamaz, biz de onlarsız olamayız” algısı daha da kolay yerleştirilmiştir. Veganlar hayvanlara sahip oldukları temel hakkın, yani insan boyunduruğunda olmama hakkının (hak kavramı birçok vegana insanla ilişkili gelmekte ve bu ilişkiyi ortadan kaldırabilmek adına hayvan özgürlüğü tabirini kullanmak daha iyi hissettirmektedir; fakat özgürlük de hak kadar insan bağımlı bir kavram olmakla kalmayıp ne insan ne de hayvan için izafiyet içermeyen bir tanımının yapılamaması hayvanlara dair hedefi bulanıklaştırmaktadır) geri verilmesi gerektiğini savunarak vegan olur. Fakat günümüz hayvan hareketi, büyük oranda 200 yıllık hayvan refahı hareketinin etkisinde olduğu ve bu refah hareketi sadece hayvanların acı çekmeme haklarını savunduğu, yaşam hakkını savunmadığı için, bir zaman sonra başlangıç hedefleri üzerine düşünemez olur ve stratejileri yön değiştirir. “Bazı” hayvanların haklarını savunan tek konulu eylemlerle zaman kaybedilmesinin temel sebebi budur.

Evcilleştirilmiş hayvanların kısırlaştırılması üzücü tınlamakla birlikte gerekli bir işlemdir; evcil türler insana bağımlı hale gelmiş köle türlerdir ve bu korkunç zulüm düzeninin bitmesi, “onlar bizsiz olamaz, biz de onlarsız olamayız” şeklinde bahanelendirilen köleliklerinin sona ermesi, kısırlaştırmaya bağlıdır. Bu hale gelmelerinden biz sorumluyuz; bu hallerini sonlandırmak da yine bizim sorumluluğumuz. Bunun anlamı onların hayatlarını bitirmek değildir; aksine, mümkün olduğunca iyi birer hayat yaşamalarını sağlamakla birlikte, dünyaya yeni köleler getirmemelerine yardım etmektir.

Kök bitkiler de dahil bitkilerin ve bakterilerin sinir sistemleri yoktur; dolayısıyla hissedebilirlikleri de yoktur ve hissetmenin zaten hayatta kalma mekanizması olduğu düşünüldüğünde bitkilerin ve bakterilerin yaşamaktan çıkar sahibi olmalarından ve bu doğrultuda hak sahibi olduklarından bahsedilemez. Ekolojiye atfedilen romantik içkin değerle hayvanların sahip olduğu içkin değeri karıştırmamak gerekir; ekolojinin korunması aslında hissedebilir canlıların yaşam çevrelerinin korunmasından başka bir anlam ifade etmez. Ekoloji biz olsak da belli bir formda devam edecektir, biz olmasak da. Dolayısıyla, hayvanların, yani hissedebilir canlıların haklarını savunmak hissetme mekanizması ve yaşamaktan çıkarı olmayan canlıları kullanmakla çelişmez.

Bir diğer soru da şu:

“Şimdi diyorum ki, tamam, doğal ortamda yaşamıyoruz, dolayısıyla doğalmış gibi gösterilmeye çalışılan “hayvan tüketimi”ne karşı olalım, demek oluyor ki-olmuyor mu ki bu, doğal ortamda yaşarsak buna karşı olmayacağız?”

Bu aslında bir veganlık değil uygarlık karşıtlığı argümanıdır. Uygarlık karşıtı bazı veganlar gerçekten de doğal ortam olarak ifade ettikleri, tanımı gayet muğlak olan ortamda yaşarken hayvan kullanmakta sakınca olmayacağını savunabilmektedirler. Bu argümanda iki önemli yanlışlık var; birincisi, biz zaten doğal ortamımızda yaşıyoruz. Doğa demek çiçek böcek demek değildir, kendi doğamızla, yani zihnimizle ve bedenimizle yarattığımız her ortam bizim doğal ortamımızdır. İkincisi ise, ‘doğa’ olarak tanımlanan herhangi bir ortamda hayvan kullanmakta sakınca olmayacağını düşünmek türcülüktür. Çünkü insan harici hayvanları yeryüzünün hissedebilirliği olmayan diğer tüm unsurlarıyla eş tutmak demektir; oysa insan harici hayvanlar tıpkı insanlar gibi diğerlerinin kölesi ya da kaynağı olmama hakkına sahip olmak için gereken tek niteliğe sahiptirler: Hissedebilirlik.

Hayvan tüketiminin doğal olup olmadığı tartışması vegan olmanın gerekip gerekmediği tartışmasından bağımsız bir tartışmadır; çünkü hayvan tüketerek de tüketmeden de sağlıklı ve mutlu hayatlar sürdürülebildiği gerçeğinin kendisi hayvan kullanımını keyfi kılmaktadır.

Aşağıdaki soruda Canpolat’ın veganlığa dair yanlış anladığı bir durumu tespit ettim:

“Yani şimdi diyorum ki, amaç canlıları korumak, onlara sahip oldukları özgürlüğü geri vermekse, neden peki kolumuza konan sivrisineğe beş parmağı acımadan indiririz? Neden balını kulllanmamamız gerektiğini düşündüğümüz arıları sineklikle yerle bir ederiz? Neden kömürlüğümüzdeki akrebi içimiz cız etmeden tost gibi ezeriz?”

Sayın Canpolat, veganlar bu söylediklerinizi yapmaz ki zaten. Sivrisineği, akrebi ve arıyı öldüren kişiler zaten kendilerini vegan olarak tanımlamamalıdırlar. Fakat aşağıdaki bağlantılı sorunun cevaplanması gerekiyor:

“Şimdi diyorum ki, bize zararı dokunan hayvanı (sivrisineği, akrebi, yılanı, vs.) öldürmek kendimizi korumak güdüsünden mi kaynaklanır ya da kaynaklanmaz mı? Zararlı-zararsız hayvan ayrımı yaparak kendimizi koruma altına mı almış oluyoruz? Yoksa olmaz mıyız? Yani bu durumda önceliği kendimize tanımış olmuyor muyuz? Kendimiz egomuz mudur değil midir?”

Bize zararı dokunan hayvanı öldürmek, bize zararı dokunan insanı öldürmek konusunda neye göre karar veriyorsak ona göre karar vermemiz gereken bir durum; ancak bu şekilde türcülükten uzak bir tutarlılığa ulaşabiliriz. Örneğin, bize çimdik atan bir insanı öldürmüyorsak bir sivrisineği ya da bir arıyı da öldürmememiz gerekir. Zehri ölümcül türden akrepler ve yılanlar için de aynı şey geçerlidir; onunla aynı ortamda bulunmaktan kaçınmak ya da çeşitli yöntemlerle kendi ortamımızdan uzaklaştırmak yerine öldürmeyi tercih ediyorsak, onun yaşam hakkını keyfi olarak ihlâl ediyoruz demektir. Daha fantastik bir durum düşünelim; küçük bir hücrede ölümcül zehirli bir akrep ya da bir yılanla kilitli kaldığımızı örneğin. Bu durumda bizi öldüreceğini bildiğimiz bir insana nasıl davranırsak öyle davranırız. Fakat böyle bir durum kriz durumu olarak tanımlanır ve kriz durumlarındaki davranışlardan genel ilkeler çıkarılamaz.

Bağlantılı diğer soru:

“Yani şimdi diyorum ki, sivrisineği, arıyı, akrebi fıstık ezmesi misali ezmemiz, kendimizi onlardan korumak istememizin yanı sıra, onlarla hiçbir duygusal bağımızın olmamasıyla ve onları kendimizle özdeşleştirmememizle de bağlantılıdır ya da değil midir? Kendimizle ‘özdeşleştirmemiz’den kastım, “insanî” vasıflarımızın karşılığını bulduğumuz canlılarla kendimiz arasında bir bağ kurmaktır; bu yüzdendir ki, “insanî” davranışlar gösteren canlıya meselâ “zeki” deriz (deriz değil mi?). Bunu diyerek canlılarla aramızdaki fark-benzerlik ilişkisini pekiştirmiş olmuyor muyuz? Bu fark-benzerlik ilişkisini pekiştirmek egomuzla ilişkili değil midir?

Şimdi diyorum ki, B12 vitamininin kaynağı olan o tek hücreli canlıyı göremememiz, duyamamamız, işitemememiz, koklayamamamız ve dokunamamamız nedeniyle midir onunla hiçbir duygusal bağımızın olmayışı? Onunla hiçbir duygusal bağımızın olmayışı, onun kimyasal ortamlarda minik haplar içine hapsedilişine göz yummamızdan mı ileri gelir? Onunla hiçbir duygusal bağımızın olmayışı, onu kendimizle özdeşleştimememizle bağlantı olabilir mi?”

Hissedebilir canlılara insan niteliklerine ne kadar sahip oldukları doğrultusunda değer biçmek yine türcü bir davranıştır ve sadece hissedebilirliğin gözetilmesi gereken hayvan hareketi açısından oldukça yanlıştır. Örneğin bazı veganlar orangutan ölümlerine ya da yerlerinden edilmesine vesile olması sebebiyle palm yağı tüketmemektedirler; oysa ki diğer yağların üretiminde de tarla faresi, köstebek, böcek, kaplumbağa vs. gibi birçok hayvan da yanarak, zehirlenerek, ezilerek ölmektedir. Tüm bu ölümlere çözüm üretecek bir tarım, yine hayvanlara zarar vermenin yanlış olduğu ve onları kullanmama düşüncesinin norm olduğu vegan bir dünyada mümkün olacaktır.

Daha önce de belirttiğim üzere, bakterilerin, diğer tek hücrelilerin ve onlardan daha gelişmiş organizmalar olan bitkilerin sinir sistemi yoktur ve hissetme, yaşamlarının farkında olma ve ölümden sakınma gibi niteliklere sahip değildirler. Onları kullanabilmemizin sebebi duygusal bağ kuramayışımız değil içkin değere –kimse kendilerine atfetmese de hissedebilirlikleri ve yaşam algıları sebebiyle kendilerine atfettikleri değere– sahip olmayışlarıdır; yoksa tamamen inorganik bir kalemle de duygusal bağ kurmak mümkündür.

Bir bilgi daha; B12 vitamini bakterinin kendisi değil üzerinde bulundurduğu bir maddedir; yani kapsüllere bakteri hapsedilmesi sözkonusu değildir.

Sıradaki soru şu:

“Hayvan özgürlüğünü, sadece kendimizle özdeşleştirdiğimiz hayvanlara “hak tanımamız” bir çelişkili değil midir? “Bazı” hayvanlara olan “acıma/merhamet” duygumuzun kökeninde egomuz rol oynuyor. Yani acıma/merhamet duygusu hissetmemiz-hissetmek istememiz-hissetmek gerektiğini düşünmemiz-bunu beklememiz ego tatminidir... İçindir (midir) değil mi?

“Acıyarak/merhamet ederek” psikososyal sorumluluğumuzu yerine getirmiş olmanın verdiği rahatlıkla-huzur verici hisle egomuzu tatmin etmiş oluyoruz. İstediğimiz her şeyi kolaylıkla bulabildiğimiz marketlerle çevrili olmamız ve “bundan faydalanabilme olanağımızın olması”, istediğimiz şekilde beslenmek istemek lüksümüz’ün nedenidir. Değil midir?”

Hissedebilir canlılara neden insanların malı ve kaynağı muamelesi görmeme haklarını iade etmek gerektiğini yukarıda açıklamıştım. Hak iadesi acıma ya da merhamet duygusuyla değil adalet duygusuyla ilgili bir eylemdir. Vegan olarak hayvanlara acımış olmuyoruz; kendimiz de dahil herkes için istediğimiz adil bir dünya talebimizdeki temel tutarsızlığı, yani hayvanlara yapılan adaletsizliğe katılımımızı ortadan kaldırıyoruz. Herhangi bir diğer adalet talebi ne kadar ego tatminiyse veganlık da o kadar ego tatminidir.

Bizim gibi hissedebilir canlıları mal ve kaynak olarak görmenin yanlış olduğunu biliyorsak, bunu hayatımızı etrafımız marketlerle çevriliyken de değilken de geçirmek için elimizden ne geliyorsa yapmakla yükümlüyüz. Bu yükümlülüğün sınırlarını yine alışkın olduğumuz tür içi hak normlarıyla algılayabiliriz. İnsan öldürüp yemek ya da saçlarından kendimize giysi yapmak nasıl etrafımız marketlerle çevriliyken de değilken de kriz anları dışında söz konusu olmuyorsa hayvanlar için de aynısı geçerlidir.

Yine bağlantılı olarak şu soruyu sormuş Canpolat:

“Bırakın uzak Afrika’nın çorak çöllerinde açlık çeken biri olmayı, istediğimiz her şeyi kolaylıkla bulabildiğimiz marketlerle çevrili bir yerde doğru dürüst yiyecek bulamayan biriyken, yok ben et yemem, süt içmem demek lüksü gösterir miyiz? Dolayısıyla veganizmi yaşamak belirli bir lüksü gerektirir-gerektirmez mi? Lüks, ego tatminidir midir, yoksa değil midir?”

Afrika’nın çorak çöllerinde veganlığın nasıl mümkün olacağını bulunduğumuz coğrafyadan söylemek hadsizlik olur; tıpkı adım başı vegan markete sahip bir Avrupa kentinde yaşayan bir veganın Türkiye’de nasıl mümkün olacağını söylemesi gibi. Ortada coğrafyadan coğrafyaya değişmeyen bir adaletsizlik var; hayvanlara yapılan adaletsizlik. Bu adaletsizliği hayatlarından çıkarmak adına nasıl vegan olacaklarına dair her coğrafyanın insanları kendi çözümlerini üretecektir. Üretmektedirler de; günümüzde Afrika’da birçok vegan bulunmaktadır. Üstelik Kenyalı bir vegan arkadaşımızdan aldığımız bilgiye göre oradaki veganlar veganlığı zaten açlığa dair de bir çözüm olarak anlatmaktadırlar; çünkü şu an dünyadaki ekilebilir arazilerin %38’i, içilebilir suyun %70’i hayvancılık için kullanılmaktadır.

Ve son soru:

“Veganizm adı altında, kâr amaçlı yeni bir endüstriyel market mi cazip hale getirilmeye çalışılıyor? B12 vitamin haplarının tüketilmesi yönündeki “ısrarlı tavsiyeler” meselâ, ilaç endüstrisinin bir oyunu olabilir mi? Olamaz diyeniniz var mı?”

Elbette veganlık kâr amaçlı yeni bir endüstriyel markete sebep oluyor ve onu cazip hale getiriyor; tıpkı hayvan köleliğinin normal, doğal ve gerekli görülmesinin eski ve yeni birçok endüstriyel marketi cazip hale getirmesi gibi. Hayvan hakları hareketini tüketim karşıtı, antikapitalist, ya da ekoloji hareketleriyle paralel görmek, kadın hareketini bu hareketlerle paralel görmek kadar anlamsızdır. Hayvanlar endüstriyel dünyadan önce de kullanılıyor, köleleştiriliyordu; eğer bu adaletsizliğe dur demek adına vegan olmaz ve hayvan hareketine ayırdığımız tüm zamanı, enerjiyi ve bütçeyi vegan bir dünyaya ulaşmak adına insanlara veganlığın nedenlerini ve nasıllarını yaratıcı ve şiddetsiz yollarla anlatmak için kullanmazsak kapitalizmden sonrası için hedeflenen olası tüm düzenlerde de kullanılacak, köleleştirilecekler. İçinde yaşadığımız düzenin aygıtlarını nasıl diğer ayrımcılık karşıtı hareketler için kullanıyorsak, türcülük karşıtı vegan hareket için de kullanmakla yükümlüyüz.

B12 vitamin takviyelerinin tüketilmesi yönündeki “ısrarlı tavsiyeler”in sebebini anlamak için 1944’ten bu yana veganların deneyimlerine dair bir miktar arşiv karıştırmak yeterli olacaktır; geçtiğimiz 70 yıl boyunca B12 eksikliği sebebiyle veganlığı sürdürülemez görüp vazgeçen eski veganlar oldukça algı açıcı olabilir. B12 vitamini toprakta yaşayan bazı bakterilerin üzerinde bulunur; insanlar da diğer hayvanlar da B12’yi bu bakterilerden alır. Endüstriyel hayvancılıkta hayvan yemleri de belli bir sterilizasyondan geçtiği için günümüzde birçok doktor vegan olmayanlara dahi B12 takviyesi tavsiye etmektedir; nitekim vegan olmayan birçok kişi de B12 yetersizliğinden şikâyetçidir. Bitkilerden alınan B12 analogları sinir sistemimiz tarafından emilememekte, işin kötüsü kanda emilimi gerçekleştiği için kan tahlillerinde B12’miz yeterli görünebilmektedir. Asıl ölçüm özel bir idrar tahliliyle yapılmaktadır ki bildiğimiz kadarıyla bu tahlil henüz Türkiye’de uygulanmamaktadır. Türkiye’de yeterince vegan olduğunda ve buna bağlı olarak B12’yle zenginleştirilmiş yeterince vegan gıda üretildiğinde takviyeye ihtiyacımız kalmayacak; fakat o zamana kadar sabahları aç karnına dilinizin altına bir takviye koyunuz Mustafa Canpolat, ki sinir sisteminiz zarar görmesin, ikinci yazınızın başlığı “Veganlıktan Neden Vazgeçtim?” olmasın ve sağlıklı bir şekilde sürdürdüğünüz veganlığınızla vegan olmayı düşünen birçok insana iyi örnek olmaya devam edebilin. Umarım sorularınıza verdiğim cevaplar sizi tatmin etmiştir; siz de dâhil bu yazıyı okuyan veganlar ve henüz vegan olmayıp veganlığı düşünenler soru sormak ya da süreçlerini paylaşmak adına bize yazabilir, bu bizi çok memnun eder. İletişim için yukarıdaki mail adresini kullan

Kafanız hiç karışmasın; veganlık kolaydır, sağlıklıdır, hesaplıdır ve hepsinden önemlisi, hayvanlara adil olmak adına yapmakla yükümlü olduklarımızın asgarisidir.

Kategoriler

Şapgir